Umut

Umut, ailesiyle beraber Çukurova’nın kavurucu sıcaklarından bozkırın serin şehri Başkent Ankara’ya taşındıklarında henüz 8 yaşındaydı. İlkokul kaydını Adana’daki “Altınkoza ilköğretim okulu” na yaptıktan kısa bir süre sonra, babasının tayininin Ankara’ya çıkması üzerine, henüz sınıf arkadaşlarının ismini dahi öğrenemeden Ankara’nın yolunu tutmuşlardı. Kendisinden ikişer yıl arayla küçük olan kardeşlerinin sorumluluğu da daha o yaşta omuzlarına bindirilmişti. *Bir taraftan hafta sonları babasının belediyeden kiraladığı simit büfesinin başında duruyor, diğer yandan hafta içi her gün 20 dakikalık yürüme mesafesindeki İlköğretim Okuluna yürüyordu. Umut bir erkek öğrenci olarak başarılı olursa küçük kız ve erkek kardeşleri de okula gönderilecek, *başarısızlığı durumunda ise diğer kardeşlerinin de okul yolu hepten kapanmış olacaktı. Onca koşuşturma arasında farkında olmadan onlar için böylesine ağır bir görev yüklenmişti. Bazen okul yolunda kendi kendine konuşuyor, gelecekle ilgili hayaller kuruyor, taşıdığı sorumluluklardan dolayı kaderine isyan ediyordu. *
Soğuk Ankara’nın Sobalı evlerinde, okul yolu boyunca üşüyen parmaklarını akşam eve döndüğünde soba başında ısıtmaya çalışıyordu. Soğuktan Al al oluyordu yanakları. Kenarları su çeken emektar ayakkabısıyla koca bir kışı geçirmişti Umut. Başlarda ayakkabısı onu taşırken son zamanlarda o ayağındaki ayakkabısını sürükleyip duruyordu okul yolunda. Ama her şeye rağmen dersleri iyiydi. Sınıfın çalışkanlarındandı Umut. İmkânsızlıklara rağmen başarılı olması, öğretmenini gururlandırıyor, pek çok arkadaşı arasında örnek öğrenci olarak gösteriliyordu. İlköğretim okulunun son sınıfında, okullar arası bilgi yarışmasında, okulunu başarıyla temsil eden dört başarılı öğrenciden biriydi.
*
Sınıfta Umut isminde bir de kız öğrenci vardı. Adanalı Umut’un Başarılarını çekemeyen bazı öğrenciler, teneffüslerde okul bahçesinde arkadaşlarıyla oynarken ona *“Kız Umut” diye takılıyorlardı. Adana sokaklarında, pamuk tarlalarında hayatı öğrenip, delikanlılığa özenen umut bundan çok rahatsız oluyor bu yüzden çoğu kez kızgınlıkla arkadaşlarını kovalayıp duruyordu.

Yıllar geçtikçe, Hayat koşulları düzeleceğine daha da ağırlaşmış, sıkıntılar; annesiyle babasının omuzlarını biraz daha öne düşürmüştü. Hızla geçen seneler simsiyah saçlarını adeta kar beyazına dönüştürmüştü. Emeklilik ikramiyesiyle başlarını sokabildikleri bir evleri vardı Allahtan. Oğulları Umut ise kıvırcık saçları atletik yapısı ve uzun boyuyla Gazi Üniversitesi Müzik bölümünün en çok ilgi çeken öğrencilerindendi. 21.baharını yaşayan Umut müzik eğitimi boyunca geceleri çeşitli bar ve Restaurantlar’da sahneye çıkarak hem harçlığını çıkarıyor hem de kıt kanaat geçinen aile bütçesine katkı sağlamaya çalışıyordu. Üniversitedeki hocalarından izinsiz sahne almak istemiyordu ama yaşam koşulları, onu geceleri bar ve Restaurantlarda çalışmaya, para kazanmaya zorluyordu. *Müzik bölümündeki Temel enstrümanları olan Piyanoyla birlikte kemanı da ek çalgı aleti olarak icra ediyordu. Hocalarının karşı çıkmasına rağmen, gizlice Anakaranın Sakarya caddesindeki bar ve Restaurant’larında akşamları keman çalıyor okul harçlığını çıkarmaya çalışıyordu. Okulda aldığı müzik eğitimi ona gece programlarında birlikte sahne aldığı müzisyen arkadaşları arasında üstün bir vasıf ve itibar kazandırıyordu. Hayatı dişiyle tırnağıyla kazandığı için her şeyin değerini erken yaşta kavramıştı. Zamanını iyi kullanmaya çalışıyor, hafta sonlarında pazarcılık yapan memur emeklisi babasının yardımına koşuyordu.
*
Üniversite’nin müzik bölümünü bitirdikten kısa bir süre sonra Ankara il *merkezine tayini çıkmış bu konuda şansı yaver gitmişti. Okulların bitimine kısa bir zaman kala tayin haberini almıştı ama resmi işlemleri tamamlayana kadar okullar kapanmış, tatile girilmişti.

Bu duruma üzülürken mutlu bir haberle morali biraz olsun yerine gelmişti Umut’un. Gece birlikte sahne aldığı solistlerden birine, Almanya’da yaşayan bir organizatörden konser teklifi gelmişti. Oldukça coşkulu geçtiğini duyduğu Türk gecelerinde sahne almak için, solistle birlikte apar topar Almanya’ya gitmişlerdi. Almanya’daki konser, beklediğinin de ötesinde coşkulu geçmiş, ardından Hollanda ve Fransa’ya da davet edilmişlerdi. Aslında sahne işini seviyordu Umut. *Hatta son zamanlarda iyi para da kazanmaya başlamıştı ama o öğretmenlik yapmak istiyordu. Konserlerinin olmadığı serin bir Köln gecesinde, bir akrabasının davetiyle gittiği barda geç saatlere kadar müzik dinlemiş, eğlenmiş sonra da her zamanki gibi gecenin sonuna doğru sahneye davet edilip bir kaç şarkı söylemişti. Tenor bir ses’e sahipti Umut. Kozalak kokulu Çukurova’nın dinginliğini, Adana barajının akşam serinliğini, pamuk tarlalarında çalışan işçilerin haykırışlarını çağrıştıran ılık, hüzünlü bir sese. Daldan dala, tomurcuktan tomurcuğa konan kuşların narin parmakları gibi kemanının perdelerine konar, titretirdi tellerini. Bu titreyiş İnsanın gönül tellerine de eşlik ediyordu. Hüzünle sevincin buluştuğu nağmeler yükselirken kemanından, lirik sesini de ekleyip coşkulu bir aşka dönüştürüyordu müziği. Buram buram memleket toprağı kokuyordu. Mezopotamya sıcaklığı vardı bağrında. Yıllardır yurtdışında yaşayan; insan sohbetlerine susamış gurbetçilerle bir aradaydı. Ağır fabrika işlerinde çalışa çalışa monotonlaşmıştı hayatları. Çoğu eğitimsiz, köyüne, kentine hasret, zaman zaman Almanlar tarafından hor görülen, suskun ve düşünceli bu insanların yüreklerine su serpiyor onlara yaşama sevinci veriyordu Umut’un sesi. Hele masalardan birinde ailesiyle birlikte oturan nehir saçlı, derin bakışlı, selvi boylu bir kız var dı ki ilk görüşte aşık olmuştu. Şarkı okurken gözlerini ayıramamıştı masalarından. Ailesi rahatsız olmasın diye arada bir onlara da bakar gibi yapıyordu ama kıza bakmadan duramıyordu. Kızın da kendisine hayranlıkla baktığının farkındaydı. Nehir saçlı, selvi boylu esmer kız, Program bitiminde sevinçle yerinden kalkıp, masadaki çiçeklerden birini alarak Umut’a uzattı. *Umut’un Eli ayağı birbirine dolanmıştı. Ne söyleyeceğini şaşırmış dilinden yalnızca “teşekkür ederim” sözcükleri dökülüvermişti. Kız da utangaç bir ifadeyle sesinin çok güzel olduğunu, şarkıları duyguyla, coşkuyla okuduğunu belirtmişti. Bir şeyler söylemiş olmak için; “Türkçe konuştuğunuza göre Türkiye’den geldiniz” diye onaylatmak istedi Umut. Sonra cevabı beklemeden “Nerelisiniz”? diye devam etti. “Ankaralıyım, adım Pınar” diye yanıtlamıştı kız… “Almanya’da Hukuk Fakültesinde son sınıfta okuyorum”. Deyip masada bekleyen ailesini fark edip müsaade istedi Pınar…

Program bitiminde işletme sahibiyle derin bir sohbete dalmışlardı… Türkiye’den Almanya’ya ilk gittiğinde büyük sıkıntılar yaşayan ama daha sonra ekonomik durumunu düzeltip iş sahibi olan ve Alman Vatandaşlığını da alarak oranın kültürünü, dilini, kurallarını öğrenip özümseyen Müslüm baba lakaplı işletme sahibi, Umut’u ikna etmek için bir hayli dil dökmüştü. Umut ise o akşam tanıştığı Pınar’ı düşünmekten, konuşmalara yoğunlaşamıyor ve çoğu kez Müslüm babanın bazı sözlerini tekrarlamasını rica etmek durumunda kalıyordu. *Umut’un niçin hala Türkiye’de beklediğini, onun Almanya’ya yerleşmesi gerektiğini, yerleştiği takdirde gündüz müzik dersleri verebileceğini hatta dershanesini açabileceğini ve bu konuda Alman Devleti’nin kendisine çok yardımcı olabileceğini büyük bir heyecanla biraz da abartarak anlatıp duruyordu. Bu konuşma Umut’un da aklında soru işaretleri bırakmıştı o akşam ama asıl aklını başından alan Pınar Olmuştu. Eğer bir müzik merkezi işletirse, belli bir kar seviyesine ulaşana ve diğer işletmelerle rekabet edebilecek düzeye gelene kadar Alman Devleti’nin herhangi bir vergi talebinde bulunmayacağını, bilakis öğrenci başına kendisine ücret ödeyeceğini, Almanların bu anlayışla halkı sanata teşvik etmeye çalıştığını tekrarlayıp duruyordu Müslüm baba.
*
Ertesi sabah; saat 10.00 da kalkacak İstanbul uçağını kaçırmamak için sohbet arasında cep telefonu’nun çalar saatini ayarlamayı ihmal etmemiş, son birasını da yudumladıktan sonra oteline çekilmek üzere Müslüm baba’dan müsaade istemişti. Geleceğe dönük umutlu bir sohbet gerçekleşmişti aralarında. İletişim için Ulaşılabilecek tüm telefon ve elektronik posta adreslerini almış en içten duygularla vedalaşmışlardı.

Türkiye’ye döndükten kısa bir süre sonra Bahçelievler semtine, doğalgazlı güzel bir eve taşınmış, sobalı evlerini de kiraya vermişlerdi. Öğretmen olarak atandığı okul’a büyük bir heyecanla gidip gelmeye başladı. Bir süre sonra Eğitim Sendikasına da üye olup sosyal ve özlük haklarının iyileştirilmesi konusunda çaba gösteren Eğitim emekçilerine destek vererek bu konudaki toplumsal duyarlılığını göstermişti. Bir yılını tamamlayıp asaleti tasdik olduktan sonra yaşam koşulları onu yeniden akşamları Bar ve Restaurantlar’da sahne almaya zorlamıştı. Her Cuma ve Cumartesi akşamları Emek 8. Caddedeki “Kulis” adlı Restaurant’ta dinleyicileriyle buluşuyordu artık. Özel bir dinleyicisi oluşmuştu Umut’un. Opera sanatçıları, öğretmenler, Üniversite öğrencileri, *doktorlar ve çeşitli meslek gruplarından insanlar sık sık Umut ve arkadaşlarını dinlemeye geliyorlardı. Dışardan bakıldığında Umut’un çok renkli bir hayatı olduğu izlenimi vardı ama işin aslı öyle değildi. Gündüz okulda ders verip akşamları saatlerce sahnede kalmak ağır geliyordu ona. Biri lisede diğeri Üniversitede olmak üzere iki kardeşine de o harçlık gönderiyordu. Arkadaşları hafta sonlarını dinlenerek geçirirken o çalışarak bir kat daha yoruluyordu.

Bir gün okuldaki öğle paydosunda, *yemekten sonra, her zamanki gibi *öğretmenler odasına çekildiğinde odadaki televizyon’un olmadığını fark etti.. Öğretmen arkadaşlarına sorduğunda ise “Müdür bey Televizyonu kaldırdı” cevabıyla karşılaşmıştı. O gün bir hafta önce Hükümet ile sendikalar arasında varılan mutabakat sonucunda, Hükümetin yapacağı *memur maaş artışıyla ilgili açıklamalar, *canlı olarak yayınlanacaktı. Ve öğle saatine tam da öğrencilerin dışarıda olduğu öğle paydosuna denk geldiğinden, rahat izleyeceğini düşünerek sevinmişti. Kendilerini yakından ilgilendiren bu haberi Televizyondan izlemek en doğal haklarıydı.* Yan taraftaki boş odaya alınan televizyonu, öğretmen arkadaşlarıyla birlikte açıp haber dinlemeye başladılar. *Tam o sırada hışımla içeri giren müdür yüksek sesle “bu ne saygısızlık! bu ne cüret! ben bu okulda televizyon seyredilmeyecek dememiş miydim? Benim emirlerime karşı mı geliyorsunuz, Televizyon seyredeceğinize çocuklarla ilgilenin. Onları disipline edin.” deyip çalışır vaziyetteki televizyonun elektrik fişini çekti. O arada Müdür bey’in odasından televizyon sesi geliyordu. Öfkesini televizyon fişini çekerek biraz olsun dindirdiği gözlenen Müdür, zoraki bir tavırla konuşmaya devam etti. “Önce siz öğrencilere örnek olacaksınız arkadaşlar”!. Bu durumu soğukkanlılıkla izlemeye çalışan öğretmen arkadaşları, önceden birçok meslektaşlarının haksız yere, apar topar başka okullara gönderilmesine tanık olduklarından temkinli davranıyor, ses çıkarmıyorlardı…
*
Umut daha fazla dayanamayarak, dinlenme saatlerinde, *kendilerini yakından ilgilendiren hükümet açıklamalarını izlemek için Televizyonu açtıklarını izah etmeye başladı. Sözünü tamamlamadan, Müdür lafını keserek “Sen sus Umut hoca, dün bir, bugün iki! Burada büyüklerin dururken sana söz söylemek düşmez kardeşim. Ben amiriniz olarak bu okulda televizyon izlenmesine müsaade etmiyorum. Siz de emirlerime itaat etmek mecburiyetindesiniz!” diye sert bir üslupla azarladı. Umut son derece basit olan bu konu* ile ilgili konuşmaktan, enerjisini tüketmekten rahatsız oluyordu ama basit de olsa bu haksızlığa karşı kayıtsız kalmak istemiyordu. Yeniden; “Bakın müdür bey burada amacımız emirlerinize karşı çıkmak ya da size saygısızlık etmek değil, bizi yakından ilgilendiren bir konu hakkında bilgi sahibi olmak, ayrıca şuan yapılan açıklamalar sizi de yakından ilgilendiriyor. Siz de maaşınıza yapılan zammın miktarını öğrenmek istemez misiniz?.” Bu mantıklı açıklama üzerine Okul müdürü, mağlubiyetin de etkisiyle kızgınlığını belli etmeden Umut’u odasına davet etti. Müdür bey’le birlikte odasına yürüyen Umut, tavrını ve dik duruşunu orada da sergileyince Müdür bey, *samimiyetten uzak, göstermelik bir kibarlıkla Umut’u anladığını ama bir daha emirlerine karşı çıkmaması gerektiğini ve kendisinin öğretmen arkadaşlarının hak ve hukukunu ne kadar koruyup kolladığından söz etmeye başladı. Öğretmen arkadaşlarından aldığı duyumlara göre; Okuldaki yolsuzluklarından ötürü hakkında birkaç kez soruşturma açılan ve her seferinde suçu başka birine atarak paçayı kurtaran bir müdür vardı karşısında.

O gün Müdür Bey, Umut’un bu başkaldırışını aklının bir köşesine yazmış ve kara listeye dâhil etmişti. Umut da Müdür’ün bu ve benzeri tavırlarından rahatsız olmuş, bunun sonucunda da okuldan soğumuş, Almanya’ya gitmeyi ciddiyetle düşünmeye başlamıştı. Bir hafta sonra Pazar günü yapılacak belediye seçimlerinde gözlemcilik yapacak öğretmenler, Cumartesi günü müdür tarafından toplantıya çağrılmıştı. Umut sahne aldığı Kulis Restaurant ta genellikle spor giyiniyordu ve o akşam sahne alacaktı. Öğleden sonraki toplantıdan sonra Kulis’e gideceğinden Kot pantolon ve beyaz gömlekle çıkmıştı evden. Tatil günlerinde genellikle spor giyinirdi Umut. Okula vardığında öğretmen arkadaşlarının resmi giyindiğini görünce şaşkınlığını gizleyemedi. Müdür bey tatil günlerinde bile takım elbise giyilmesini istiyordu. *Durumu fark eden Umut, Toplantı başlar başlamaz kıyafetinin toplantıya uygun olmadığını* ve bundan *ötürü özür dilemek istediğini söylemeye çalışsa da Müdür bey, Sözünü kesip öğretmen arkadaşları önünde onu küçük düşürücü sözlerle azarlamaya başladı. Umut hoca daha fazla dayanamayarak “Bakın Müdür bey! Bugün bizim tatil günümüz ve bu toplantı da resmi bir toplantı değil, sizin isteğiniz üzerine gerçekleşen bir toplantı.* Hafta içinde Yüksek seçim kurulu tarafından bu konuyla ilgili gerek sözlü, gerekse yazılı olarak bilgilendirilmiştik zaten. Hepimiz ne yapacağımızı, nasıl hareket edeceğimizi biliyoruz.” Deyince Müdür, mantıklı bir cevap da verememenin sıkıntısı ve öfkesiyle onu toplantı odasından dışarı çıkartmaya çalıştı. Diğer öğretmenlerin araya girmesiyle toplantı kaldığı yerden devam ettiyse de gerginliğin devam etmesi üzerine kısa bir süre sonra sona erdi ve herkes mutsuz bir yüz ifadesiyle odadan ayrıldı.
*
Pazartesi günü istiklal marşı okunup öğrenciler sınıflarına girdikten sonra Müdür, Umut’u Hoca’yı yeniden odasına çağırmış ve kendisine emre itaatsizlikten uyarı cezası vermişti. Bu cezayı kendisine iletmekle yetinmeyip, Umut hocanın bir devlet memuru olduğunu ve memuriyet kurallarına riayet etmesi gerektiğini ve bu kendisine son uyarı olduğunu sert bir üslupla tembihlemişti. Azarlayıcı nutkunu tamamladıktan sonra Umut sükûnetini korumaya çalışarak, önce kravatını ardından ceketini çıkararak “Evet Müdür bey, Bunlar memuriyeti temsil eden kıyafetler. Bakın ikisini de çıkardım. Artık sivil bir insanım. Şimdi söyleyin bana. Nedir benimle alıp veremediğiniz!, benden ne istiyorsunuz?” bunu duyan müdür şaşkınlık içinde Umut’un sinirlendiğini ve artık zıvanadan çıktığının korkusuyla alttan almaya onu yumuşatmaya çalıştı. Elindeki uyarı zarfını onun göreceği şekilde masasının altındaki *çöp kutusuna attı. “Sen beni yanlış anladın Sevgili hocam. Ben senin memuriyeti iyi öğrenmen için bu uyarıları yapıyorum” diyerek sahte gülücüklerle Umut’un gönlünü almaya çalıştı. Müdür’ün Yaptığı onca kabalık ve azarlamalarından sonra bu samimiyetten uzak, sahte yaklaşımını ciddiye almayan Umut sert bir şekilde kapıyı çarpıp dışarı çıktı.


Umut’un tayini, iki hafta sonra,* başka bir okula çıkmıştı bile. Sahte gülücüklerle onu yanıltmaya çalışan müdür bey o dışarı çıktıktan hemen sonra çöpe attığı uyarı zarfının içindeki yazıyı da ekleyerek, bir üst yazıyla ilgili yerlere *şikayet dilekçesini göndermiş ve türlü iftiralarla tayininin başka bir okula çıkmasına neden olmuştu. Umut, Gittiği okula da pek ısınamamıştı. O arada Almanya”daki işletme sahibi de Umut’u bu sefer tek başına davet etmişti. Almanya’daki İşletmeden çok, *aklı Pınarda kalmıştı Umut’un. *Umut o gece Restaurant’tan ayrılmadan önce; Müslüm babadan, kızın ailesiyle birlikte sık sık mekâna geldiğini Köln de oturduklarını öğrenmişti. Müslüm baba Pınar’ın ailesini iyi tanıdığını söylemişti. Bu tanıma Umut’un Pınarla diyalog kurması için en büyük güvence kaynağıydı.
*
Umut, Bir gün yakın zamanda tayini çıkan yeni okulu’na gidip öğretmen arkadaşlarına istifa edeceğini ve buralardan gideceğini, Türkiye’de daha fazla duramayacağını, durması halinde tayininin başka yerlere çıkabileceğini ve psikolojisinin bunu kaldıramayacağını paylaştı. Öğretmenler bu kararı şaşkınlıkla karşılamışlardı. Kendisine bir süre daha düşünmesi gerektiğini önerdiler. Okul’a geldiği günden beri istiklal marşını teypten çaldırırken ses cami amfilerini andıran hoparlörlerden, son derece rahatsız edici bir şekilde geliyordu. Defalarca okul müdürüne söylediği halde,* *amfiler değiştirilmemişti. İyi niyetle kendi imkânlarıyla tamir ettirmiş ama yine de Müdür bey’e yaranamamıştı. Bu ve benzeri bir iki olay onu bu okuldan ve meslekten soğutmuştu. Aklı Almanya’da okuyan Pınar ile Müslüm baba’nın iş teklifindeydi. Öğretmen arkadaşları kalması yönünde ikna etmeye çalıştılar ama başaramayacaklarını anladıklarından bu konuda daha fazla ısrarcı olmadılar.

Umut; uğruna dört yıl okuduğu öğretmenlikten buruk ama adı gibi umutlu bir şekilde henüz iki yılı dolmadan ayrılıyordu çok sevdiği öğretmenlikten. Önceden yazdığı istifa dilekçesini Müdür bey’e verip okuldan ayrılmıştı. Soğukkanlılıkla Dilekçesini paraflayan Okul Müdürü, dilekçeyi işleme koyacağını ve sonuç hakkında en kısa zamanda kendisini arayacağını söylemişti.
*
20 gün sonra Umut’a istifa dilekçesinin kabul edildiğini ve herhangi bir tazminat ödenmeksizin bir buçuk yıl kadar süren öğretmenlik serüvenin sona erdiğini belirten resmi yazı ulaşmıştı. Bu arada kulis’te çıktığı sahne günlerini 3’e çıkarmış hafta içi de başka Restaurantlar’dan teklifler almıştı. Ayrıca kulağı Almanya’dan gelecek son haberdeydi. Bunun için ailesini ikna etmek bir hayli zor olmuştu.

Bir ay sonra Almanya’dan kendisine davet gelmişti. Önce kendisi gidecek, oraya yerleştikten ve düzenini kurduktan kısa bir süre sonra da ailesini yanına çekecekti. O da olmazsa, bir miktar para kazandıktan sonra Türkiye’de kendi işini kurmak için geri dönecekti. Kafasında müzik aletleri satılan aynı zamanda ses kayıt stüdyosu olarak işletebileceği bir mekân açmayı düşünüyordu. Bunu yapmak için de bir hayli paraya ihtiyacı vardı.
*
Almanya hava alanına indiğinde, Restaurant sahibi Müslüm baba çoktan bekleme salonundaki yerini almış yolunu gözlemekteydi. Müslüm baba, *Umut hoca’yı İlk gün evlerine davet etmiş, akşam derin bir sohbete dalmışlardı. Umut gelmeden önce tanıtım broşürleri basılmış sahne alacağı gün belirlenmiş ve biletlerin büyük bir kısmı satılmıştı. İlk olarak Pınar’ı sormuştu Umut. Bu konuda biraz canını sıkacak bir haber almıştı. Ama neyse ki geçici bir durumdu bu. Pınar, aynı gün,* *Hollanda’da yaşayan Amcasının Ölümü üzerine ilk uçakla oraya uçmuştu.
*
Umut, Müslüm babanın da katkılarıyla; Köln’de küçük bir ev kiralamış yavaş yavaş düzenini kurmaya başlamıştı. Bir yandan Gece geç saatlere kadar bar programı yapıyor gündüzleri de dil öğrenmek için özel Almanca dersleri alıyordu. Akşamları program yaptığı restauranta gelen dinleyicilerle, öğrendiği birkaç sözcükle iletişim kurmaya çalışıyordu. Başlarda kurduğu cümlelerle gülüşmelere neden oluyordu ama bu duruma bozulsa da belli etmemeye çalışıyordu. Eninde sonunda öğrenecekti bu dili. Gündüz öğrendiği grameri akşam da pratikle destekleyince hızla öğreniyordu ilerletiyordu Almancasını. 4 ay kadar sonra epey mesafe kat etmişti. Başlangıçta bazı ırkçı almanlar tarafından dışlanmış, hor görülmüştü ama aldığı 4 aylık dil eğitimi bile hareket alanını genişletmiş, derdini anlatmasına yardımcı olmuştu. Üstelik Almanların ünlü klasik müzik sanatçılarının eserlerini ustalıkla çalıyordu. Kurs bitiminde Öğleden sonraları boşa çıkmıştı. Almanya’daki gurbetçi ailelerin çocuklarına keman ve piyano dersleri vermek için randevu saatleri belirlemeye başlamıştı bile. Böylelikle geceleri bar programı yapıyor, gündüzleri ise Öğleden sonra zaman zaman öğrencilere özel piyano ve keman dersleri veriyordu. Almanya’da Umut ismi, Her geçen gün biraz *daha duyulmaya başlandı. Yakın ülkelerde düzenlenen Türk geceleri için sıkça davetler alıyordu artık. Bir süre sonra Fransa, Hollanda, Belçika gibi ülkelerden, *“en çok sevilen ve dolayısıyla çağrılan sanatçı” unvanına sahip olmuştu.
*
Bir yıl ne de çabuk geçmişti. Bu süre içinde ailesiyle sık sık telefonlaşmış, onlara para göndermeyi ihmal etmemişti.
*
Bu arada Pınar birkaç kez Türkiye’ye gitmiş ailesine Umut’tan söz etmişti. Umut da hem Pınar’ın Anne babasıyla tanışmak istiyor, hem de* Türkiye’deki Annesini, babasını ve üniversitede okuyan iki kardeşini görmek için sabırsızlanıyordu. Ama asıl sabırsızlandığı konu Pınar’a Annesinin Babasının elini öptürmekti. Üstelik Pınar’ın Anne-babası da Ankara’da ikamet ediyordu. Pınar burslu olarak kazandığı Almanya’nın Köln şehrindeki Hukuk Fakültesini başarıyla bitirmiş şimdi de mastır yapıyordu.
*
Bir hafta öncesinden alışveriş yapmaya başlamıştı Umut. Kardeşleri için birer çift ayakkabı ile son model birer cep telefonu almıştı. Babasına da Almanya’nın en iyi viskisinden birkaç şişe ile birkaç paket fındıklı çikolata ile mideyi etkilemeyen bir kutu aspirin almıştı. Annesine pratik mutfak robotu ile kemik erimesine karşı çeşitli kalsiyum sandozlar ve rahat edebileceği ortopedik birer çift ayakkabı almıştı.
*
Pınar da ailesi için benzer hediyeler almıştı. ikisi de Hava alanına 3-4 Valiz ile gelmişlerdi.
*
Müslüm baba da Umut’u uğurlamak için havaalanındaydı. Kardeşi kadar seviyordu Umut’u. Şimdi en az onun kadar sevdiği bir kardeşi daha vardı. Pınar da ona saygı duyuyordu. Aralarındaki sevgi saygı azalmamış bilakis artmıştı. Umut Müslüm babayı Müslüm baba da Umut’u mahcup etmemişti. İkisi de işlerini layıkıyla yerlerine getirmiş iyi paralar kazanmışlardı. Müslüm baba servetine servet katmış, Umut da bir yıl kadar kısa bir sürede düzenini kurmuştu.
*
Uçak havalandığında, Umut ile Pınar’ın coşkusu volkanlar gibiydi. Türkiye’ye iniş yapacakları anı heyecanla bekliyorlardı. Aileler dört gözle yollarını gözlüyordu. Hava alanına indiklerinde iki ailenin bir arada olmasının mutluluğu ve heyecanı gözlerinden okunuyordu. Umut Uçağın orta kısmındaki sağ koridorda, pencere kenarında oturuyordu. Pınar için ise yanlışlıkla arka koltuk için bilet alınmıştı. Pınar, değişiklik için önce yanındaki bey’den rica etti. Yanındaki beyin kabul etmesi üzerine hostese seslenip ilerdeki sağ koridorda, cam kenarında oturan arkadaşının yanına geçmek istediğini söyledi. Hostesin gidip konuşması ve erkek arkadaşının yanındaki beyin de kabul etmesi üzerine değişiklik yapıldı ve Pınar yanındaki bey’e teşekkür edip Umut’un yanına geçti. Böylelikle yan yana, el ele Türkiye’ye uçuyorlardı.
*
Uçak İstanbul semalarına yaklaştığında ani ve sert bir sarsıntı geçirmenin etkisiyle yolcular büyük bir korkuya kapıldı. Yeniden bir sarsıntı oluştu ve uçakta yoğun bir panik yaşanmaya başlandı. Hostesler koşuşturmaya, yolcular çığlık atmaya başladılar. Uykuya dalmış bazı yolcular gözlerini çığlıklarla ve sağa sola savrularak, ara koridora düşmüş bir halde açmışlardı. Umut ile Pınar birer elleriyle ön koltuklarıyla tutunmaya çalışıyor diğer elleriyle de bırakmamacasına birbirlerine sarılmışlardı. Birkaç yolcunun kafasına, Uçağın açık unutulan bir iki rafından, çantalar valizler düşmüştü. Bu arada yolcuların oturdukları yerlerin üst tarafındaki Oksijen maskeleri ünlerine sarkmış, herkes maskesini takmanın telaşı içindeyken birden büyük bir patlamayla yere çakıldıklarını fark ettiler. Uçağın ön kısmı sert bir şekilde yere çarpmış, gövdesi yarısından itibaren ayrılmış, her taraf toz duban bulutuna dönmüştü. Umut’un Alnına sert bir cisim çarpmış kaşları arasından akan kan burnundan yüzüne, , gömleğine akıyordu. Pınar yarı baygın vaziyette ona sesleniyordu. Ön ve orta koltuklar parçalanmış insanlar sağa sola savrulmuş birer cansız varlık gibi öylece duruyorlardı. Mucizevi bir şekilde birtek arka tarafta yan yana duran altı kişinin koltuğu ayrılmış ve yumuşak bir zeminin üzerine düşmüştü. Uzaktan gelen siren ve ambulans sesleriyle biraz daha uyanıp neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. İkisi de birbirine yakın uzak bir yerde kırık koltuklarıyla birlikte öylece duruyorlardı. Yanı başlarında inleyen ve henüz yaşadıkları anlaşılan iki-üç kişi ile az ilerde parçalanmış cesetler duruyordu. Uçağın önemli bir bölümü 40-50 metre uzak bir yere düşmüş ve alev almaya başlamıştı. Alevin sıcaklığını yüzlerinde hissediyorlardı. Bilinci yerinde olan Pınar Ayağını oynatamıyordu ama yüzünde ve vücudunun diğer bölgelerinde bir sakatlık hissetmiyordu. Bir taraftan Yanaşan itfaiye araçları alevler içindeki uçak bölümünü söndürüyor diğer yandan,* Gelen ambulanslardan inen doktor ve sağlık personeli seri bir şekilde ilk müdahalelerini yapmaya çalışıyorlardı. Doktor ve hemşireler, Yerde yatan insanların nabzını ölçüyor, yaşayıp yaşamadıklarını öğrenmeye çalışıyorlardı. Umut ile Pınarın mucizevî bir şekilde yaşadığını gözlemleyen doktorlar ikisini de dikkatlice ve seri bir şekilde ambulans’a aldılar. Her şey bulanık görünüyordu. Kafasında dayanılmaz bir ağrı vardı. Sol kolunu oynattığında derin bir acı çekiyordu. Koluna yapılan iğne ve takılan serumdan sonraki kısmı hatırlamıyordu.
*
Umut, Gözlerini açtığında karşı yatakta Pınarın inlediğini, bir ayağının alçıda olduğunu fark etti. Elini uzatmak istediğinde derin bir acı çekti. Ameliyatla sol omzu yerine alınmış, kaşının üstündeki yaraya 18 dikiş atılmıştı. Ağrısı sızısı olsa da Pınar ile birlikte mucizevî bir şekilde kurtulmanın mutluluğu içindeydi. Yanı başında duran doktor iyi olup olmadığını sorduğunda kısık ama umut dolu bir ses’le iyiyim diyebildi. Doktor dışarıda onlarca gazeteci ve yüzlerce yakınları olduğunu bu konuda şans eseri hayatta kaldıklarını söyledi.* Pınar ile kendisine başarılı müdahaleler yapıldığını ve narkozun etkisi geçtikçe biraz ağrılarının artabileceğini ama iyileşme sürecine göre 2-3 hafta sonra taburcu edileceklerini söylediğini duyar gibi oldu. Umut, karşı yatakta henüz kendine gelemeyen Pınar’ı hayranlıkla izlerken, gözleri gökyüzündeki bulutlar arasından bir görünüp bir kaybolan uçağa daldı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder