Bir Kızıl Dize: Nazım Hikmet

'Bir şairi anlatmak, onun dizelerini tanımaktır’ sahiciliğine olan inançla anılmalı halk şairleri. Zira her hassas canlının, her ekmek dövüşçüsünün ve de her ‘vatan haininin’ kendinden davetli misafiridir bu adamlar; bir komünist Nazım gibi.Biz bu pak kalbi, bu cesur yüreği, bu zeyrek beyni yaşıyla başıyla, kovup attıkları memleketiyle değil; düşündükleriyle ve düşüncesini yargılamaya yeltenenlerin acizliğiyle ele alacağız, mirasına saygıyla…

Önce, şiire yorumu ve bu emeğindeki gayeye kısaca değinmekle yetinelim. Lakin Nazım’ı esenlikle izah edebilecek, saf dizeleridir en iyice…

Şiir, şair ve Nazım…

Onun her yaşattığı şiir ki, ona borcumuzu katlıyor. Bir minnet borcudur Nazım’la hesabımız. Sanatındaki tahavvül etmeyen bulunak olan halkın hesabıdır. Öyle ki, ilk şu mısralarda birikir Nazım Hikmet’e vecibemiz: ”Gerçek şair kendi aşkı, kendi mutluluğu ve acısıyla uğraşmaz. Onun şiirlerinde halkının nabzı atmalıdır…” ‘Başkalarının’ nabzı için tüm muhatarayı göze almış, sırtlanmış bir ‘cesur yürek’ idi; komünist Nazım.

Ömrü boyu hodbinliğin (egosantrik) zerresini taşımayan, halkiçinciliğinden gelen diğergamlığını dizelerine dökmüş bir istisna ve toplumsal mutçuluğun en içsellediği kalbe malik adamlardandı; komünistliğinin hakkını vermekten bir an geri durmayan gerçeklikte, dirençte…

Nazım Hikmet, halkının ruhuna temas edebilen ve ona ‘aynı boyda’ bakabilen aydınlardandı. Mücadele bedeli nezdinde, döneminin en öne çıkmış düşünenlerindendi. Ne yazık ki, en adaletsiz ‘kader’e bırakılandı da…

Resmiyetin huzurunda bir antagonistti Nazım. Fakat maatteessüf, onu devirmeye çabalayanların arasında legal düdüklerin yanı sıra art niyetli ‘komünistler’ de bulunuyordu. Nazım’ın, ”Partimden koparmağa yeltendiler beni, sökmedi, yıkılan putların altında da ezilmedim” dizelerinde anlattığı üzere…

Egemenlerin, alçak propagandaları ve muhalifler arası kargaşa yaratmak adına yaptığı uğraşlar, bu yanıyla yer bulmuş oluyordu. ‘Sol’dan gelen eleştirilerden büyük üzüntü duyan Nazım, en çok da ‘burjuva oldu’ suçlamasını kabullenemiyordu. Yargılama süreçleri, karanlık odalar bu denli acıtmamıştı yüreğini. Zira dosttan duyulan acı, düşmanın kurşunundan katıdır… Bahusus (özellikle) Cihangir ve Nişantaşı semtlerinde oturması bu suçlamayı en ’sağlamlaştıran’ örneklerdendi. Komünist Nazım, ‘imtiyazlı’ suçlamalarını yine eşsiz, patetik dizeleriye karşılıyordu: ”Yalnız unutma bir şeyi : yorulur da ayağın kayarsa eğer, seni herkesten önce ben taşlarım! Fakat bugün sende beni sattığını gösteren bir tek satır bulanın, alnını karışlarım!”

Ülkesince sahiplenmek şevki de, hiç sönümlenmeyen bir coşkulu umuttu Nazım Hikmet’te. Oysaki mevcut koşullarda ilk yumruğu vatanından yiyeceğini de bilirken… İtiraf etmiyordu, ama biliyordu… Halka aşkından, ‘devlere’ muhalifliğinden defedilen nice aydınlar gibi… Ve nice aydınlar gibi şu sitemli dizelerle yakınıyordu o da: ”Yazılarım otuz kırk dilde basılır, Türkiye’mde Türkçemle yasak.”

‘Sanat sanat içindir’ pestenkerani idealara prim vermeyen Nazım Hikmet, bu duyarsızlığı savunanlara da şöyle yanıt oluyordu: ”Şair başarılı olmak için, yapıtlarında maddi yaşamı aydınlatmak zorundadır. Gerçek yaşamdan kaçan ve onunla bağıntısız konuları işleyen kimse, saman gibi anlamsızca yanmaya yargılıdır.”

Nazım, şair için tutarlı ve sekmeden yürümesinin icaplığına vurgu yaparken, onun değişmez ilkeleri için de; şairin yazarken başka, konuşurken veya dövüşürken başka kisveye bürünemeyeceğini savunuyordu. Hikmet, bu ilkeler dahilinde şairin hayatın ortasına atılmasının şartlığını da söylemeden geçmezken, az önceki ‘aynı boyda bakmak’ vurgusu, bu bedel ödemiş komünist de şairin kendisini ‘bulutlarda uçtuğunu’ sanmaması yakıştırmasıyla bütünleşiyordu.

Gerçek yaşama bağımlı Nazım, yaralanmış ve acı çekmiş, öfkelenmiş ve tepkilenmiş, hakkını yitirmiş ve alamamış insanlara hususi yazıp çizmenin ülküsünü savunmanın azminde, toplumun bu mahzun çeşitlerini de ”Sevdadan da, barıştan da, inkılaptan da, hayattan da, ölümden de, sevinçten de, kederden de, umuttan da, umutsuzluktan da söz açıyorum, insana has olan her şey şiirime de has olsun istiyorum. İstiyorum ki okuyucum bende, yahut bizde, bütün duyguların ifadesini bulabilsin. 1 Mayıs Bayramı’na dair şiir okumak istediği zaman da bizi okusun, karşılıksız sevdasına dair şiir okumak istediği vakit de bizim kitaplarımızı arasın” satırlarıyla birleştiriyordu…



Davalı Nazım ve komünizm, davacı faşizm ve faşizm!

Dava adamlarının ‘davaları’ da uzun sürer… Tükenmez davaları, ‘tükenmeyen davalar’a gebedir. Güzel yanlı tükenmezliktir dayançlarını ve mahkeme salonlarındaki ‘Ben komünistim’ şiarları estiren; bedenine ket vurabildiklerinin, yüreklerini çalamayacaklarını hissedemeyenlerin huzuruna… Hem de özgürlüğe…

1925′in Mart’ında çıkan Takrir-i Sükûn Kanunu, Nazım Hikmet’in yargılanma süreçlerinin de startını vermişti. İstiklal Mahkemeleri’nin kurulmasını da sağlayan bu yasayla birlikte, hiçbir zaman yeşermemiş basın özgürlüğü de taşkın kıskaçlara uğruyordu.

Orak Çekiç, İstiklal, Yoldaş (Bursa’da yayımlanan), Son Telgraf ve Tevhid-i Efkar gazeteleri, Aydınlık ve Sebilülreşat dergileri bu kıskaçtan nasibini alan, dönemin muhalif yayınlarıydı. Sorumluları tutuklanan bu yayınlar, Bakanlar Kurulu kararıyla da kısa sürede kapatılmıştı. Hemen arkasından artış göstermeye başlayan ‘darbeler’ eşliğinde, 1 Mayıs’ta dağıtılan bir bildirge ile ilgili olarak Türkiye Komünist Partili otuz sekiz kişi tutuklanmıştı. Devam eden tutuklama ve baskılar sonrasında İzmir’den gizlice İstanbul’a geçiş yapan Nazım Hikmet de, bu uğursuz süreçte TKP’nin desteğiyle ülkeden ayrıldı. Haziran ayı sonunda (1925) Moskova’ya ulaşan komünist Nazım, ayrılmasını gerektiren yargılama sonucunu artık öğrenmişti: 15 yıl hapis cezası.

Ve böylece Nazım da, yazmak ve düşünmek suçundan yargılananlar kervanına katılmış oluyordu.

1927′nin sonlarına doğru İstanbul’da, asılan duvar gazeteleri ve bildiri dağıtımları nedeniyle açılan bir dava da, Nazım Hikmet’e değmeden sonuçlanmamıştı. Vesilesiyle başka bir komünist parti üyeliği de saptanan ‘uslanmaz şair’, 3 aylık hapis cezasına daha çarptırılmıştı.

İkinci yargılanma payesiyle birlikte gitgide sistemin hedeflerinden biri tipini alan komünist Nazım, ‘bağışlama’ yasaları çıkarılan 1928′de yurda dönmeyi planlamıştı. Nazım Hikmet, Türkiye Cumhuriyeti Elçiliği’nin olumlu yanıt vermemesi sonucunda gizli giriş kararı alarak, Laz İsmail lakaplı arkadaşıyla birlikte sınırı geçer… Lakin tam da havasını özledikleri yurtlarına dönme heyecanındayken, yakalanırlar. 2 ay Hopa Cezaevi’nde bekletildikten sonra serbest bırakılan iki ‘vatan haini’, ‘bağışlama yasası’ yürürlükte olduğu halde 14 Ekim 1928 tarihinde de tutuklanırlar…

1929′a yaklaşılırken sonuçlanan duruşmalarında, tüm önceki suçları da ele alınan iki komünist, suçları bağışlama yasaları’na iltihak ettiği için sonunda oy birliğiyle serbest kaldılar.

O dönemde bir komünistin, hem de ideolojisini ‘esirgemeyen’ ve edebiyatıyla propagandasını bile yapan bir düşünenin serbestliği, esasında hürriyetten ziyade, yeni bir kovuşturmanın da malzeme süreciydi. Bu şaşmayan inkişaf, Nazım’ın hapisten çıkar çıkmaz yayımlanan beş kitabı ve bu kitaplara açılan davalarla bir kez daha doğrulanıyordu.

Her şiiri, her dizesi istintak edilen komünist şair, bu beş kitabında yer alan şiirler için, “bir zümrenin başka zümreler üzerinde hakimiyetini temin etmek gayesiyle halkı suça teşvik ettiği” iddiasıyla yeni bir dava vetiresini selamlıyordu. Ve buna bağlı 6 Mayıs 1931′deki mahkemede, şöyle anlatıyordu derdini: “İddianamede beş altı noktadan suçlama var. Bunların başında benim komünist olduğumu ilan etmekliğim suç sayılmaktadır. Evet, ben komünistim, bu muhakkaktır. Komünist şairim ve daha esaslı komünist olmaya çalışıyorum. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu mucibince ben komünist şair olmakla cürüm işlemiş olmam. Komünistlik bir tarz-ı telakkidir. Diğer iktisadi ve siyasi meslekler nasıl cürüm değilse, komünist mefkûresi de cürüm değildir. Benim bir sınıf halkı diğeri aleyhine tahrik ettiğim iddiası söz konusu değildir.”

Nazım tahrik etmek ithamını reddetse de, dinleyeni yoktu… Komünist şair, Gece Gelen Telgraf şiirinin yayımıyla birlikte, bu kez de “halkı rejim aleyhine kışkırtmak” suçlamasıyla tanışmıştı… Pek de itici olmayan bu açılım sonrası, hayatları boyunca şiir yorumlayamayacaklar, 5 Mart 1933′te Gece Gelen Telgraf’ı toplamaya başlamışlardı…

Toplamışlardı toplamasına ama, sonuçsuz acizliği de saklayamamışlardı. Zira bu dizeler her anıldığında, şapşal heyecanlarıyla birlikte yerin dibine sokulmuşlardı; aynı zamanda sanat yoksunları…

Biz de 75 yıl önce toplatılan bu ‘vatan haini’ şiiri, ”halkı rejim aleyhine kışkırtmak” suçlamasını göğüsleyerek, yeri gelmişken bir kez daha paylaşalım:

Gece gelen telgraf

Gece gelen telgraf
dört heceden ibaretti:
“VEFAT ETTİ.”
İmza yok.
Bu dört hece bile çok.

Bakıyorum duvara:
duvarda bir yara-
duvarda bir resim-
vefat edenin,
elimle çizmişim.

Saat bir.
Saat üç.
Saat beş.
Polis düdükleri, saatler…
Yatağım bozulmamış.
Çekmecemde kağıtlar:
bazıları
onun el yazıları.

Gece gelen telgraf
dört heceden ibaret…
Şafak söküyor-
odam
geceden ibaret.

Avuçlarımda
ellerinin gölgesi dolaşan adam
demir parmaklıklardan gördü son gündüzünü.
Mahpushane doktoru
örterek paltosuyla upuzun yatanın yüzünü:
- Tamam!
dedi.
Bunu belki evvelki akşam
dedi.
Evvelki akşam
ben…

Satıcılar geçiyor mahalleden.

Bakıyorum
gece gelen
telgrafa.
O mükemmel bir kafa
mükemmel bir yürek,
yumruklarıyla erkek
gözleriyle çocuktu.
Hudutsuz ve Allahsız bir baştı o.
Yoldaştı o..

Düşmanlar kına yaksın
dostlar girsin saflara.
Sen gözyaşı göstermeden ağlayacaksın
gece gelen telgraflara…
Nazım Hikmet RAN

Ne bu ‘kışkırtan’ şiirin ne de sekmez duruşunun bedellerinin son bulmayacağı artık gün gibi aşikardı. Öyle ki, durmaksızın süren faşist oligarşinin baskılarında Nazım Hikmet, ‘terörist şiiri’nin vesile olduğu süreç içinde bir de ”gizli örgüt kurmak, İstanbul, Bursa, Adana’da, duvarlara devrim bildirileri yapıştırarak, kitapçıklar dağıtarak komünizm propagandası yapmak” ’suç’uyla, 22 Mart 1933′te tutuklanmıştı…

Ardındansa henüz iki ayı bile doldurmadan bir dava da Süreyya Paşa tarafından açılıyordu: Gece Gelen Telgraf’ta yer alan “Hiciv Vadisinde Bir Tecrübei Kalemiye” adlı hicviyede “Kendisine ve pederine hakaret ettiği” iddiasıyla (Süreyya Paşa tarafından) açılan bir ‘alelade’ davaydı bu da… Hikmet bu son iki davadan ise, ancak ‘bağışlama’ yasaları sayesinde kurtuluyordu.

Nazım’ın ‘bağışlanan’ şiirini de hatırlayalım:

Hiciv Vadisinde Bir Tecrübei Kalemiye

Bir varmış
bir yokmuş.
Develer tellallık edip satarken develeri,
bir benim babam varmış,
bir de bir zatımuhteremin pederi.
Benim babam,
dazlak kafalı ufak tefek bir adam.
O bir zatımuhteremin pederi
İkinci Sultan Hamidin
meşhur hırsız seraskeri.
Benim babam,
dolu koymuş
boş çıkmış,
bütün ömrünce çevirmiş simsiyah defterleri.
O, bir zatımuhteremin pederi -
Yemen çölünde açlıktan ölenlerin
suyundan, ekmeğinden çalarak,
kumun üstüne akan kandan
yüzde yüz komisyon alarak
han, hamam, apartıman yapmış…
Ey zatımuhterem!
Şaire, “Kısa kes, diyelim, sözlerini!”
Ölmüş sizin serasker
peder.
Benim de babam öldü.
Ve dünyaya yummadan evvel
ışıklı çocuk gözlerini
siz onun yanındaydınız.
Son beş papelin hesabını vermeden ölmesin, diye
kalbinin atışını saydınız.
Tutmuyordu babamın öpülesi elleri.
O eller..
Babamın gözleri artık
simsiyah defterleri göremiyordu…
Fakat yine siz haklısınız:
o gündü hesap günü.
Taktınız tenezzülen kendi elinizle siz
bir ölünün burnuna gözlüğünü,
beş papelin hesabını istediniz.
İşte o hesabı şimdi ben veriyorum.
Size bir tokat
borcum vardı.
Dikkat!
Kolumu geriyorum.
İkimiz karşı karşıyayız.
Sizin peder ölmüş.
Öldü benim babam.
Karşı karşıya kaldık iki meşhur adam.
Benim şöhretim nerden gelir,
ben neyimle meşhurum -
-MALUM!.
Size gelince:
sizi meşhur eden şey:
hırsız bir babanın kanlı altınlarını çalan
hırsız bir oğlun parasıdır.
Sizin şöhretiniz:
lanetle dolu bir yükün
çuval darasıdır.
Şöhretiniz:
kıvrak çengiler, büyük kemancılar veren
çingene çadırlarının yüz karasıdır.
İnanmazsanız eğer,
karıştırsın alim efendiler
kalın yapraklı kitaplar gibi seneleri:
anlarsınız ki, Edirne boyu
çingeneleri,
görmemiştir soyunuz gibi bir soyu…
Bir varmış
bir yokmuş.
Develer tellallık edip satarken develeri,
bir benim babam varmış,
bir de bir zatımuhteremin pederi.
Ey zatımuhterem!
Ölmüş sizin serasker
peder.
Öldü benim babam.
Karşı karşıya kaldık
iki meşhur adam…
Nazım Hikmet

***

Komünist propagandası’ndan ceza alan Nazım Hikmet, korkusuzluğunu, her seferinde ideolojisini yargı önünde haykırarak açıklıyordu. Propaganda için verilen hapis cezaları, yine dönemde yürürlükte olan bağışlama yasaları’na takılıyor, ancak bu hukuki hak her keresinde Nazım’a geçersiz ve eksik kılınıyordu. Komünist şairin en değerli mülkü, taraflı yargının legal olmayan biçimde onu durmadan cezalandırmasıydı; ‘alacaklı’ hapis cezalarıydı mülkü…

Tarihler 1 Ocak 1937′yi gösterirken, gazeteler on komünistin tutuklandığını, aralarında Nazım Hikmet ve Hikmet Kıvılcımlı’nın da yer aldıklarını yazıyordu… Hemen belirtelim; Hikmet ve Kıvılcımlı TKP’deyken sert tartışma ve çatışmalarla birbirinden kopmuş iki isimdi. Ancak suçlama içeriğinde bu iki komünistin gizli örgüt kurduğu ve birlikte bildiri dağıtımında bulunduklarını kaydedilmişti. Anlaşılan, devlet kendisine gülünmesi için elinden geleni ardına koymuyordu.

Komünist Nazım, bu suçlama karşısında kendisini şu özetle savunmuştu:

“Bana atfedilmek istenilen ve ispat edildiği iddia olunan yegâne suç, 1 Mayıs tevkifatı esnasında Doktor Hikmet’in bana bir kitap vermiş olmasıdır. Mevzuubahs kitap, Marksizm hakkında yazılmış ilmi bir eserdir ve Babiâli’de her kütüphanede satılmaktadır. Herkes için serbest olan bir kitabı benim satın almış olmam bir suç mudur? Halbuki ben bu kitabı da almış değilim. Burada bulunanlar arasında yalnız Doktor Hikmet’le Zeki’yi tanırım. Diğerlerinin hiçbirisini tanımam. Aramızda ‘Kibritin var mı?’ gibi bir parola bulunduğu ve bir yere gidince masanın üzerine evvela şapkayı, sonra da üstüne gazeteyi koymak suretiyle ve bu parola ile arkadaşlarımızla anlaştığımız iddia ediliyor. Aşağı yukarı herkes bir yere girince şapkasını çıkarır. Böyle bir paroladan hiç haberim yoktur. Binaenaleyh ben ne komünistlik tahrikâtı yaptım, ne de cemiyet kurdum.”

Haziranın sonunda salıverilen komünistler, aklanmış ve geçen 5 ay alacaklarına eklenmişti… Devlete ve ondan bağımsız olmayan mahkemelere göre bir kez siyahlaşmışların, aklanma lüksleri yoktu. Onlar, her halükarda özgürlükleri çalınabilecek kadar karaydılar!

1937′nin ağustos ayında Harp Okulu’ndan bir öğrenci, şairin yanına usulca sokularak… Kendisinden dinleyelim:

“Bu genç beni sinema holünde görüp yanıma geldi. Kuleli’den beri yazılarımı okuduğunu, bana hayran olduğunu söyledi. (…) Okuldaki arkadaşlarının da beni sevdiklerini söyledi. O sırada ben bir davadan beraat ederek tahliye edilmiştim. Onu da gazetelerde okumuş olacak ki bana, ‘Geçmiş olsun,’ dedi. Teşekkür ettim, başımdan savmak için, ‘Hadi sana güle güle, içerde işim var,’ dedim. Gitmedi, bana, ‘Nâzım Bey, ben polis filan değilim,’ dedi. ‘Sizin fikirlerinizi beğeniyorum, daha etraflı öğrenmek istiyorum, yararlanmak için…’ Bu konuşmadan daha çok şüphelendim, holden ayrıldım, içeri girince polis müdüriyetine telefon ederek, resmi askeri elbise giydirip polisleri peşime düşürmemelerini söyledim. ‘Benim bütün çalışmam ortada, herkesin gözü önünde,’ dedim.”

Ömer Deniz adındaki bu Harp Okulu öğrencisi dört ay sonra tekrar, bu kez Nazım’ın evine gitmişti. Israrla komünist şairden bilgilenmek istediğini söyleyen Ömer Deniz, ”Subay çıkınca erata ne öğretelim?” sorusuna karşılık olarak da ”Anayasadaki altı umdeyi öğretirsiniz” tavrını almıştı. Deniz’in Marx ve Engels’le ilgili sorularından ise iyice şüphelenen şair, ansiklopedileri işaret ederek öğrenciyi evinden gönderdi.

Dergi tasarımı yaptıkları sırada, 1 ay sonra aniden gözaltına alınarak aynı hafta içinde tutuklanan Nazım Hikmet’i savunmak isteyen avukatlar reddedilmiş ve Adli Âmir”in onaylayacağı niteliklere sahip avukatlar bulunmuştu…

Mahkemede ilk ifadesinin baskı altında alındığını söyleyen Ömer Deniz, baskı sırasındaki ifadesinde Nazım’a ait olduğunu iddia ettiği ”Erata önce cumhuriyeti, sonra komünizmi anlatırsınız” cümlesinin asılsızlığını itiraf etmişti. Ömer Deniz’in mahkeme ifadesine göre avukatlar umutlanmış ve komünist şaire aklanmasının yüzde bin beş yüz ihtimal taşıdığını açıklamışlardı.

Yine de suskunluğunu korumayan Nazım Hikmet, bu kez kendisi ‘vatan haini’ ilan edilmekteydi; şiirleri değil. Suçlamaları, şu savunmayla (kısa bir alıntısı) yanıtlıyordu:

”…Komünizm, sanıldığı gibi, ferdi başarıların ideolojisi değildir ve her toplumda aynı gelişmelerin teminiyle hedefine varılan bir sistem de değildir. Bu sebepledir ki, benim Marksist bir kültürle yetişmiş, kendi milli kültür kökenlerinden istifade edebilmiş bir şair olarak bir öğrenciye, hem de polisliğinden şüphe ettiğim birine komünizm hakkında telkinatta bulunmasını tavsiye etmem havsalanın almayacağı bir yakıştırmadır.”

Aklanması kesin olan Nazım, susmayan Nazım, böylece 15 yıl mahkum edilmişti! Şairin hukuka güveninin sarsıntısı bir depreme dönüşmüş, hakkı enkaz altında bırakmıştı resmen…

O, her dizesinden bedeller ödemeye alışmıştı. Buna da yeterdi göğüsleri… En güzeli de, vazgeçmemekti. Eli ayağı kesilip sır vermeyenler gibi, darağaçlarındaki şiarlarıyla göz dolduran yiğitler gibi; dönmüyordu kızıl ateşin düşünden… Bugün anılmasındaki en önemli spesiyalite de, karanlık zindanlara olan bu mukavemetiydi şüphesiz.

Nazım Hikmet’i anlatmanın, onun ’suç’larına karşı girişilen komik çaresizlikleri tekrarlamakla kazanacağı mana büyüktür. Dava sürecini ön planda tutmamızın nedeni de budur. Ülkemizde son dönem artan Nazım Hikmet’i ‘resmileştirme’ politikalarının titizlikle takip edilmesi gerekirken, emperyalizme bağımlı hiçbir devletin bir komüniste belli süreç sonra sempati duymayacağı fikri sabitlenmelidir. Bu, varlık koşuluna (oligarşinin) ters olduğu kadar, kirli siyasetine de malzemedir! O’nu, onları sahiplenirken ’senaryo yazmaktan’ çekinmeyelim…

Zira bu işlediğimiz tuhaflıklar, aynı zamanda halen okullarda ‘tehlike’ başlığıyla öne sürülen tertemiz bir ideolojinin kendisineydi de… Ve toz konmayanların refahı için… Oysa biz tozlular, sistemin kirlettikleri , üstadın bıraktığı yerden; ‘VATAN HAİNLİĞİNE’ DEVAM EDECEĞİZ!

Nazımlara suç ortaklığını benimsemiş ilkeliler, en valörlü anmayı, ‘mülksüzlük ideolojisi’ni güneşe sürükleyerek gerçekleştirebilirler. Dilek tutar kadar da masumca…

Kaynaklar:

1- (Babayef, Nâzım Hikmet, ss. 140-141)
2- (Babayef, “Nâzım Hikmet Kendi şiirini Anlatıyor”, Konuşmalar, ss. 180-186)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder