Bir anda hüznün verdiği derin sancıyla, yayılarak oturduğu on üç numaralı koltuğundan doğruldu. Gözleri ileriye, kendisine doğru gelen bir kadına takılmıştı, bu hareketi yapmasına sebep olan. Saatler önce dakikalarca kalbini onun kokusuyla bütünleştiren sarılmayı ve yüreğini o anın eşsiz duygularıyla özgür bırakan öpüşmeleri bu kadınla yapmıştı ayrılmadan hemen önce. Hemen ona doğru yürümeye başladı. Ancak attığı her adım sanki onu kadından uzaklaştırıyordu. Fiziksel bir engel onun karısına ulaşma çabasına engel olur gibiydi.
Yüreği ağırlaştı, dizleri hafif titreme nöbetleriyle irkildi. Yakınlaşmak istiyordu, o kokuyu tekrar kalbiyle bütünleştirmek, aşkını tüm vücudunda doruk noktasına ulaştırmak.. Bu karşı konulamaz istek engeli aşmayı başardı. Hızla karısına doğru gidiyordu. Gittikçe mutluluk suratından başlayan bir rotayla karnına kadar ilerliyor ve acısı en tatlı olan bir karın ağrısıyla saplanıyordu aşkın içine. Saniyeler sonra yeniden kollarından olacaktı, kalbinin yarısı. Yeniden birleşen iki yarım kalp, mutluluğun berrak ışığını neşeli nefeslerle içine çekecekti. Birleşen dudaklar kalpleri ağzın içerlerinde birleştirecekti.
Ayağında bir acı hissetti aniden ve daha sert bir acıyı yüzünde. Bir anda yerde bulmuştu kendini. Ayaklarını, hatta çevresindeki hiçbir şeyi hissetmediği bir yürüyüş sırasında farkında olmadan takılıp düşmüştü. Yüzünü kaldırdığı trenin halısında damla damla olan kanları gördü. Ancak kanayan burnuyla ilgilenecek zamanı yoktu. Karısı hala onu belemekteydi az ilerde. Hemen kafasını kaldırıp, düşmenin verdiği utangaç bir bakış atmak istedi karısına. Gözleri bir an boşluğa baktı. Kimseyi göremedi. Beyni zonklamaya, yüreği telaşla çırpınmaya başlamıştı. Bu korku hiçbir korkudan alınan seziye benzemiyordu. Karısının orada olmama korkusu derin bir felaketi beraberinde getirdi, gözlerinden kalbine inen yolda. Yoktu! Az evvel orda olan, ve muhteşem yürüyüşüyle kendisine ilerlemekte olan o peri suratlı kadın yok olup gitmişti. Bu kez suratında hissettiğinde de çok daha ağırı olan acı içini parçalar hale geldi. Yere baktı tekrar, burnundan akan kanları görebilmek için. Sonra elini yavaşça burnuna götürdü. Ilık sıvı parmağından aşağıya doğru akarken, ne kadar acı bir halde olduğunu kavradı. Etrafını çeviren koltuklarda ki gözlerin sadece kendisine baktığını gördü. Hafifçe kulağına gelen sözleri işitti. “Deli mi?”, “Ne yapıyor?”
Hemen toparlanmak istedi. Sol tarafından bir kadın eli uzandı. “Burnunuz kanıyor beyefendi.”
Teşekkür ederek aldı mendili. Biraz önce vücudunun tamamını kuşatan aşkın yerini büyük bir
darbeyle utanç almıştı. “Teşekkür ederim.” Dedi. Ancak bunu ne kendisi ne de mendili veren kadın duymuştu.
Yeniden ayakları üzerindeydi, ancak bu kez ayaklarını tonlarca ağırlıkta hissediyor, utanç dolu yüzünü kimseye çeviremiyordu. Hızlı adımlarla tuvalete doğru yol aldı. Tuvalet kapısını açmakta dahi zorlandı. Az evvel olanlar, gördüğü hayal bütün gücünü tüketmişti adeta. Yeni çarpışmadan çıkmış bir asker kadar matemli ve yorgundu.
Tuvalet aynasına çevrildi gözleri. Kan burun çevresini kırmızıya boyamıştı. Hemen mendille silmeye başladı. Suyla duruladı sonra. Tekrar gözlerini aynaya çevirdi. Solmuş ve yeniden hüzünlenmiş bir surat gördü orada. Dakikalar önce yaşlanmış, aşk travmayı geçirmiş bir surat belki de. O ağır duygunun ve o utancın birleşerek saldırdığı suratı yenilmişti. Soğuktu, yorgundu, esirdi…
“Bu hal, az önceki o halim aşkın getirdiği sancılar olsa gerek” dedi. “Karımın büyüsüydü sadece.” Yeniden aklına gelmişti karısı, daha doğrusu hiç çıkmayan beyninde tekrar en ön sıraya geçmişti. Yüzü o solgunluğunu yitirdi, alev alev bir kırmızılık yayıldı suratına. Esirliğini parçaladı, yeniden özgürleşti kalbi. Aşk yeniden kuşatmıştı vücudunu. Üç kez çalınan kapı sesi bu dünyaya döndürdü tekrar Nazım’ı.
“İyi misiniz?” dedi dışardan kapıya vuran ses. Nazım mendili burnuna tampon yaparak hemen kapıyı açtı.
“Teşekkür ederim, şimdi gayet iyiyim.” Dedi.
Mendilin sahibi olan kadın merak edip gelmişti yanına. “Kanamanız durdu mu?”
“Henüz değil.”
“Yardımcı olabilir miyim?” cevabı beklemeden aldı mendili Nazım’ın elinden kadın. “Bu arada ismim Sera.”Mendili kanayan burna bastırarak kanamayı durdurmaya çalıştı.
“Ermeni misiniz?” diye sorabildi Nazım
“Evet.”
“İstanbul’da mı oturuyorsunuz?”
“Evet, nesiller boyu İstanbulluyuz. İşim nedeniyle bir süreliğine Ankara’ya gitmek durumundayım. Siz de mi Ankara’ya gidiyorsunuz?”
“Evet.”
“Az evvel nereye doğru koşuyordunuz? Suratınızda çok değişik bir mutluluk havası vardı.”
Nazım cevap vermek istemedi bu soruya. Sessizce kadına baktı. Sonra mendili tuttuğu eline… Oldukça güzel biriydi Sera. Ancak hiçbir kadın onun kadar güzel değildi ve hiç biri onun kadar çekici. Elleri Nazım’a o kadar soğuk görünüyordu ki, o kadar itici duruyordu ki bir an kaçmak istedi yanından. Kadınlardan aldığı haz yitip gitmişti onun aşkıyla beraber.
“Sanırım bu kadarı yeterli, teşekkür ederim. Ben tutabilirim mendili.” Dedi hiç de hoş olmayan bir ses tonuyla. Sera irkildi. Hemen elini çekti ve mendili Nazım’ın eline sıkıştırdı. Yaralı bir kuş gibi büküldü boynu. Arkasını dönerek hızla uzaklaştı. Nazım tren camına doğru yaklaştı. Dışarıya, kilometrelerce uzayan bozkıra baktı. Her saniye tren ondan uzaklaşıyordu. Her saniye kokusu azalıyor, hissi kayboluyordu sanki. Ondan uzaklaşıyordu, uzaklaştıkça yaralanıyor, uzaklaştıkça göremiyor, uzaklaştıkça hissedemiyor, uzaklaştıkça dokunamıyor ve uzaklaştıkça insan olamıyordu, eksiliyordu giderek Nazım.
Başını titreyen cama yasladı. Genç cumhuriyetin topraklarına bakmak büyük heves verirdi eskiden.
Ancak şimdi bu topraklar ona, karısının peri yüzündeki sıcaklığı ve benzersiz hazzı veremiyordu. Bir an aklına savaş günleri geldi. Sovyetlerin Karadeniz üzerinden yaptığı silah yardımını Anadolu’ya kaçırdığı o günleri düşündü. Her yerin yoksulluk içinde boğulduğu, savaşın en parçalayıcı toplumsal durumunu gördüğü o günler… Ve o yoksulluğun içerisinde savaşan bir halk. Anadolu kültürü içerisinde yoğrulan, birçok halkın kendi içerisinde kaynaşarak verdiği o amansız mücadele. Silahsız, ayakkabısız, gömleksiz, ekmeksiz verilen mücadele. Ve o mücadele içerisinde akan kanlar, gözyaşları, yiten hayatlar, dağılan bedenler… Acıyla burkuldu yüreği, gözleri doldu bir an. Ancak ardından gelen müthiş bir gurur bastırdı gözyaşlarını. O halkın aldığı büyük bir zafer…
Karısını düşündü tekrar. Yeni cumhuriyetin kendisine verilen en büyük armağanıydı o. Dümdüz saçlarının altında ortasında küçük bir burun duran, peri kadar yumuşak suratını; geceler boyu öpmeye doyamadığı dudaklarını, çenesini, yanaklarını; küçücük ellerini, ve kollarına rahatça sığan minik vücudunu. Parmaklarını bile tükenmeyecek bir sevdayla sevdiği karısı Nazım’ın dünyasıydı. Dünyası onu gördükten sonra karısı kadar küçüldü. Kendisini bile almıyordu içine, sadece o vardı. Sadece yok olmaz bir sevdayla sevilen karısı…
Yerine oturmak için yöneldi. İçeri girdiğinde yeniden bütün bakışlar ona çevrildi, ancak bu durum onu eskisi kadar rahatsız etmiyordu. Aklında karısı vardı, ve o aklındayken hiçbir duygu aşkın dayanılmaz hafifliği karşısında duramıyor, yenilginin en ağır haliyle boyun eğiyordu. Yerine oturdu.
“Onu yeniden görebilecek miyim?” diye geçirdi içinden. Ayrılık sebebini düşündü sonra. Partisi onu Ankara’da devrim hareketlerini yönetmekle görevlendirmişti. Bir süredir İstanbul’da izlendiği için orasının daha iyi olacağını düşünmüşlerdi. Aranıyordu Nazım. Ancak yakalanmaması gerektiğini biliyordu. Bu nedenle yanında silah taşıyordu ve her an bir çarpışmaya girmesi an meselesiydi. Ancak bu çatışmanın tabi sonucu olan ölüm korkusu dahi yetersiz kalıyordu “Onsuz” kalacağı korkusundan. Karısı için yaşamalıydı ve yine onu görmek için nefes almaya devam etmeliydi. Yeniden eline alabileceği minik ellerini görebilmeli, yeniden ateşle dudaklarını öpebilmeli, yeniden saçlarına dokunup, kokusunu duyabilmeli ve yeniden sevişebilmeliydi aşkın en sihirli tılsımıyla. Yeniden onun olmalıydı.
Bu düşüncelerin verdiği sıkıntılı bir ruhla uykuya dalmıştı Nazım. Sıkıntı onu rüyalarında da yalnız bırakmamıştı. Birçok kez karısından ayrı düştüğünü gördüğü rüyaların sancılarıyla uyanmış, gözlerinden gelen yaşları kanlı mendiliyle silmek zorunda kalmıştı. Aralıklarla devam eden uykusu Ankara’ya yaklaşınca son buldu. Tren yavaşça ve büyük sarsıntılarla Ankara garına giriyordu. Çantasını aldı eline, içini açtı. Ön tarafa özenle yerleştirdiği karısının resmine baktı. Adeta yanındaymış kadar sevindi suratını görünce. Dudaklarını yaklaştırarak öptü sonra resmi. “Yeniden görüşeceğiz.” Dedi ve tekrar özenle koydu yerine resmi.
Tren yine büyük bir sarsıntıyla durdu. Kapılar açıldı. Dışarıdan trenin geldiğini bildiren düdük sesleri çınladı Nazım’ın kulağında. Ankara’ya gelebildiğine seviniyordu. Ancak yine de bu sevinç ayrılığının hüznünün karşısında çaresizce belli edemiyordu kendisini Nazım’ın hislerinde. Çantasıyla beraber çıkış kapısına doğru ilerledi. Önündeki kalabalık bir bir trenden inerek Ankara’ya basıyordu ayaklarını. Kapının kolundan tutarak o da bastı ayağını Ankara’ya. Ve önünde sevdikleriyle kalabalıklaşan, yer yer ağlayan insanların önünden geçerek garın çıkışına doru yönelmek istedi. Bir an bir korku kapladı içini. Tarif edilemez bir sancı saplandı midesine. Ne olduğunu anlamadı. Dizleri ağırlaştı, yürüyemez oldu adeta. Korku esir almıştı vücudunu.
Gözleriyle taradı etrafını. İki asker gördü çıkış kapısında. Ve hemen ilerlerinde koşan iki asker daha… Nazım’ı işaret ediyordu koşanlardan biri. Kapının önünde duran ikisi de çıkış yolunu kapatmıştı. Koşan askerler kalabalığı ittirerek yaklaşıyorlardı Nazım’a doğru. Hemen silahını çıkardı çantasından. Çıkışın tersi yöne doğru kaybolmak istedi karanlığın içerisinden. “Dur!” sesi yükseldi, büyük bir patlamayı andırırcasına arkasında. Nazım ihtarı dinlemeden koşmaya devam etti. “Karıcığım” diye geçirdi içinden, “Seni görmeliyim karıcığım.”
Adımlarını hızlandırdı. Aniden durdu biraz ilerisinde duran bir diğer askeri görünce. Kaçış yoktu. Her yeri tutmuşlardı askerler. Ancak teslim de olunamazdı. Ve bir anda patlayan silah sesi bütün Ankara garını sessizliğe gömdü.
“Gitme Çiler. Anlamıyor musun? O seni bırakıp gitti. Arkasına bile bakmadan hem de. Anlamıyor musun seni sevmediğini ve istemediğini seni? Bırak yaşamak istediği hayata gitsin, sen de burada yaşamaya devam et. Bırak gitsin ve dönmesin geri.”
Tam bir gün olmuştu. Yıllar boyu süren bir gün! Onsuzluğun verdiği dayanılmaz acının saniyeleri saatler kadar uzattığı ve acılandırdığı bir gün geride kalmıştı gidişinden sonra. Yalnızlık bir korku gibi karartmıştı bütün duygularını. Yalnızlık bir öfke kadar titretiyordu tüm bedenini acımasızca. Çığlık gibi ürkütücü yanını en ağır haliyle vuruyordu yüreğine yalnızlık Çiler’in. Dayanılamayacak bir boşluğun, sessiz bir uçurumunda gibiydi. Atlamalı mıydı aşağıya, yoksa sevdiğinin yolundan gidip hayata mı tutunmalıydı tekrar? Atlamak çok daha anlamlı geliyordu, çünkü sevdiği gittiği yollara aşkın en yıkılmaz engellerini yapmıştı takip edilmemek için. Gittiği yollarda izlenmemek için izini silmişti topraktan ve yok etmişti gölgesini dahi geçmişi geride bırakmak için. Bu yol nasıl izlenebilirdi ki? Hangi güç o yolu aşmada silah olarak kullanılabilirdi?
Aşıktı Çiler. Kocasına aşıktı, deliler gibi. Bu yüzden o yolu seçmişti işte. Yürüyecekti izi olmayan bir yolda sevdiğinin izini bulabilmek için.
Bir gün önce, gece boyunca seviştiği sevgilisini sabah yatakta bulamamıştı. Ancak o gece hisseder gibi olmuştu bunu. Daha farklı sevişmişlerdi sanki, kocası hüzün taşıyordu sanki o gece. Aşkın o en doruk halinde dahi hüzün kıvranmıştı bir köşede. Engel olmuştu adeta aşıkların birleşmesine. Bu hissiyat hakim olmuştu Çiler’in düşüncelerine uyumadan önce. Sabah ise onu bulamamak doğrulamıştı bu hissiyatı. Sadece bir not vardı masanın üzerinde:
“Gidiyorum”
Gitmişti gitmenin ağır kasvetini gerisinde bırakarak ve o kasvet bu küçük bedenin sarmıştı acıyla. Geri geleceği bile yazılı değildi. Nereye gittiği dahi… Sadece gitmişti. Ve sadece gitmenin hüznünü bırakmıştı geride, geri gelmenin heyecanını da almıştı peşine. O mutluluğu da götürmüştü beraberinde. Karısına o mutluluktan bir pay bırakmamış sadece gitmenin verdiği duyguları paylaşmıştı onla. Acımasızca davranmış, öylece ortada bırakmıştı bu küçük bedeni.
Şimdi ise annesi gitmesine engel oluyordu kızının. Kocasının peşinden gitmesinin kızı için belki de felaket olacağının bilinciyle çırpınıyordu ana yüreği içerisinde. Bir şekilde engel olmak istiyordu buna. Ancak ana yüreği dahi aşkın sonsuz hükmü karşısında etkili olamıyordu. Çiler o yola çıkacaktı. Yanına aldığı tek silahla: Aşk dolu kalbiyle. Kocasının bir süredir garip davranışlarını fark etmiş, bir gün gizlice odayı aramıştı karış karış. Bir kağıt bulmuştu. Anlamadığı bir sürü şey yazılıydı kağıtta. Yazılanların hiçbirine anlam verememişti; ancak oradaki bir kelime bu yolculuğa çıkmakta ona güvence veriyordu. O tek kelime, nereye gideceğine yardım ediyordu belki, belki de onu kandırıyordu o kelime. Mektubun en altında, biraz kalınca yazılmıştı: Ankara.
Bir şey almadı yanına. Çantası, kocasının resmi ve bir miktar para… Ve bunlarla çıktı evin kapısından annesinin gitmemesi için yalvaran sözcüklerinin ardından. Doğruca tren garının yolunu tuttu. İçinde bir heyecana engel olamıyordu, onu görme umudu o kadar ağır basmıştı ki ölümle bile kıyaslayacak hale gelmişti. Onu görmek istiyordu. Sarılmak ona ve öpmek tekrar onu. Küçücük bedeni öyle kararlıydı ki bu konuda, heyecanlanan ruhu büyüyerek sığmaz olmuştu bedenine. Ve tren garına giden yolda onu görebilmenin umuduyla yere basmadan yürüyordu şimdi.
Tren geç gelmişti gara. Kalkış saati 1 saat kadar gecikmişti. Yine bir gün süren o bir saat! Yine yalnızlığın ve uzak olmanın verdiği acının saatlere yansıdığı uzun saniyeler yaşlandırmıştı Çiler’i. Ve koltuğuna otururken bu yorgunluk aniden gözlerini karartmıştı. Trenin bir ucundan annesinin sesini duydu:
“Çiler, gitme ne olur.” Koşa koşa geldi kızının yanına. Kolundan tuttu. Bu öyle bir tutuştu ki, hiç ötekilerine benzemiyordu. Hatırladı bu tutuşu Çiler. Bu küçükken annesiyle sokakta yürürken annesinin elinden tutuşuna benziyordu. Onu kaybetmek istememek, başına bir şey gelmemek için harcanan bir çabaydı, böyle bir tutuştu. Annesi onun gidişiyle öyle bir korkuya bürünmüştü ki, kızını kaybetme duygusu esir ediyordu yaşlı kadını.
“Gideceğim anne, bırak lütfen.” Diye karşılık verebildi. O an annesi bıraktı kızının kolunu. Bakışlarını onun gözlerine dikti. Ancak sanki gözlerine değil, gözlerinden daha da içerlere bakar gibiydi. Yalvarırcasına olan bakışları nemlendi. Bir göz yaşı süzüldü yanaklarından ve yere düştü. Gitme diyen gözlerini sözleri destekledi : “Gitme.” Çantasına soktu elini. Bir silah çıkardı, başına dayadı.
“Gidersen öldürürüm kendimi.” Çiler inanamıyordu buna. Kendisini vuracağını hiç düşünmüyordu annesinin. İki sevgi Çiler’in yüreğinde yıkım dolu bir savaşa başladı. Ancak acımasız olan aşk üstün geldi yine. “Gidiyorum anne.” Bir an bir patlama sesi doldurdu kulaklarını ve kırmızı sıvı kör etti gözlerini Çiler’in.Bir anda uyandı. Gözlerini sildi elleriyle. Bir kırmızılık yoktu. Etrafına baktı. Diğer yolcular merakla kendisini izliyordu. Sırt üstü yatar haldeydi Çiler. Doğrulmak istedi. Koltuğuna oturur oturmaz yorgunluk bedenine üstün gelmişti ve bayılmıştı. Diğer yolcular ve tren görevlilerinin yardımıyla yatırılarak bir ilk yardıma tabi tutulmuş ve sonrasında uyuyakalmıştı. Rüyasında annesinin kendisini öldürmesi onu çok korkuttu. Ne zorr bir yola çıkmıştı böyle. Ne zordu aşkın yolu. Ne zordu aşığını bulmanın yolu…
“İyi misiniz?”
“Evet, neredeyiz tam olarak?”
“Ankara’ya yarım saatlik bir yolumuz kaldı.”
“Teşekkür ederim her şey için.” Doğruldu yattığı yerden. Kocası geldi aklına. Yüreği heyecanla çırpınmaya başladı yeniden. Belki Ankara’da onu bulabilecekti. Yaptığı saçmaydı, ama onu görme umudu öylesine ağırdı ki bunu yaptırıyordu işte insana. Kafasını cama yasladı. Dakikalar boyu onu düşündü. Beraber yedikleri yemekleri, yemekten sonra yaptıkları dansları, geceleri dışarıda yaptıkları yürüyüşleri, müziğin ritmiyle öpüşmelerini ve geceler boyu aşkları içinde erimelerini… Her şeyi tekrar yaşıyormuşçasına geçirdi aklından.
Hatırlamalarını bölen trenin gara girişindeki sarsıntıları oldu. İrkilerek döndü gerçek hayata. Yolcular eşyalarını toparlıyorlardı. O da çantasını aldı kucağına. O anda kocasının kokusunu aldı sanki. Kendinden geçer gibi oldu. Hisleri güçlendi. O buradaydı. Kocasının Ankara’da olduğunu hissediyordu. Yolcular yavaş yavaş duran trenin kapısından inerken bu hissi daha da kuvvetlendi. Büyük bir umutla indi trenin kapısından Ankara topraklarına. Çoğu kucaklaşan insanların arasından gözleriyle etrafı taradı. Kocasını burada bekliyordu sanki. Sanki onu almaya gelmişti buraya ve az sonra ona sarılacak olmanın verdiği sıcaklıkla alev alev olmuştu yüreği.
Az ilerde, kalabalığın biraz dışında arkasını dönmüş bir adam gördü. Birini arar gibi bakıyordu kalabalığın içerisine. Muhtemelen bir yakınını görmek umuduyla bakıyordu etrafına. Arkasını döndü.Ve Çiler onu hemen tanıdı. Yüreği birden bütün sıcaklığıyla yaktı gözlerini. Kalbi hızla ve patlayacakmışçasına atmaya başladı, vücudu titremeye başladı. Koşarak yaklaşmaya çalıştı. Adam gördü onu. “Çiler” diye bağırdı. Çiler sanki bu adı onun ağzından ilk kez duymuşçasına heyecanlandı. İşte oradaydı kocası. Bir yıl gibi süren bir günün ardından tekrar yakınındaydı onun. Ve tekrar koşuyordu ona sarılabilmek için yanına doğru. “Seni seviyorum” diye bağırdı koşarken kocasına. Bir anda omzunda yakıcı bir ağrı hissetti. Yere yığıldı. “Özür dilerim” dedi koşarken ona çarpan adam onu yerden kaldırmaya çalışırken. Oralı olmadı Çiler. Gözleriyle tekrar kocasına bakmak istedi. Ancak az önce durduğu yer boştu. Kimse yoktu. Her tarafa baktı korkuyla. Ancak bulamadı onu hiçbir yerde. Yoktu kocası.
Aniden kalabalık dalgalandı. “Dur!” sesi işitildi ileriden. Kalabalık şaşkınlıkla ve panikle birbirini itmeye başladı. Çiler itişen insanların arasında kaldı birden. O an hiç kimse birbirine aldırış etmeden davranıyor, kalabalığın içersine dalan askerlerin korkusuyla birbirlerini itiyor ve can havlinin verdiği telaşla gözleri kararıyordu insanların. Çiler olayın olduğu yere doğru bakmaya çalıştı, koşan biri hızla kendisinin olduğu tarafa geliyordu. Arkasında askerler hızla onu takip etmeye çalışıyor, önlerine çıkanları bir bir deviriyordu. Birden Çiler’de kendisini yerde buldu. İki asker onun yanından geçmek isterken devirmişti onu yere. Çiler telaşla kafasını kaldırdığında iki askerin hemen önünde atış pozisyonu aldığını gördü. “Vur!” dedi biri diğerine. Asker silahı koşan sivile yöneltti ve patlayan ateş sesi sessizliğe gömdü Ankara garını. Aynı anda Çiler’in yüreği de sessizliğe gömüldü sanki. Ağlamaya başlamıştı adeta yüreği, hissediyordu göz yaşlarını içerisinde. “Kocacığım, Nazım’ım nerdesin?” diye geçti kararan yüreğinin içerisinden düşünceleri.
Ve az sonra ilerden gelen bir asker sesi bozdu bu garın sessizliğini. “Komünist Nazım öldürüldü…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder