Söylenenle söylenmeyen arasında çok fark var; bu fark olmasaydı, insanlarda kusur gibi duran bu kulaklara ne gerek vardı! Çok gezdim, çok dolandım; çok gezip çok dolandığım için de çok gördüm ,çok söyledim; kör olana özürlü demeye, gizlediğimiz özrü söze yüklemeye ne gerek var! Bulup yetiştik dediğimiz her şey elden kaçtıysa, yarına umutla bakan gözler çıktıysa, o zaman olup bitenleri alkışlamaya ne gerek var! Bütün bunları düşündüm, hem de çok düşündüm. Düşündüğüm için yoruldum. Ama bulamadım. Bazen parlak mermerle döşenmiş dev salonlarda varlıklı bir kodaman oldum, bazen de cadde köşelerinde kimsenin yüzüne bakmadığı miskin bir dilenci oldum. İyi oldum, kötü oldum. Dertli oldum, neşeli oldum. Erkek oldum, kadın oldum. Sadakatle baktım, özveriyle çalıştım. Ama hep başladığım yere, hep o bildik yere geri döndüm. Şu an bulunduğum yere yani…. ve utana sıkıla soruyorum kendime;
Bir yol tutmalıyım, ama nasıl bir yol?…halbuki başım dönmese, midem bulanmasa, benim için her şey daha kolay olacaktı. Bak bak, nasıl da dert yanıyor; sanki demin yüzünü yıkayan o değilmiş gibi. Oysa hayalimdeki zenginlik peşinde koşmamış olsaydım şimdi bu kadar sefil, bu kadar günahkar olmayacaktım. Ya açgözlülük!…sırtımdaki bu kamburu nasıl atacaktım? Yerimi yadırgadığımdan değil…hatta, rahatım yerinde. Şimdi, uzun zamandır açlık içinde umutla annelerini bekleyen ağzı açık yavru kuşlar misali, kirli bir yorgan altında, korkudan ve ümitsizlikten ürperen gözlerimle, tepemdeki solgun tavanı inceliyorum. Anlayacağınız bu kadar kalabalık içinde bunca yalnızlığımın yasını tutuyorum. Ah!…yüzünde, ömrü boyunca hiçbir yaması tutmamış tepemdeki bu soluk benizli, bu çirkin kadın da kim? Hazır yasımı tutacak birini bulmuşken…ölmeliyim! Zamanın kıyısında seyreden tüm hayatlara inat, derin bir vadinin kör karanlığında, en sivri kayada beynimi dağıtmalıyım. Öyle ya…bunca bilinmezlik karşısında yüreğimi dolduran bu korku varken, hangi cesaretten bahsediyorum? Yok yok…anlaşılan bugün de ölmeyeceğim. Hatıramda son gece sevişmesi için mahalle yosmasına sözüm var; ölmeden önce ağzındaki çikleti çiğnemeliyim. Nerden başlasak ötemiz berimiz karanlık. Oysa yağmur öncesi gezinen o bulutlar yalandı; halbuki saptığım ilk sokakta yüzüm ıslanarak yakalanmıştım o iri taneli sağanağa…anladım…demek dualarını benden esirgemeyen tepemdeki bu çirkin kadının incileriydi. Bu da ne!....Bu kadın Hıristiyan mı yoksa?….Müslüman olamaz…baksana, gözlerime durmadan madalyon sokuşturup duruyor. Oysa demin duydunuz, yüzüme bildiği bütün süreleri fısıldamıştı. Ahlak mı dediniz!…Hangi ahlak?….o dediğiniz şey inançla bağlı olduğum bu serseri kuralsızlığa gelebilir mi? Bizim ağıldaki beygirin bile hayası üzerinde bir adaleti vardır. Ama benim yok…uygarlığın da yok! Bütün kuralları dinamitlersek, gönlümüzü yüceltecek iyiliğimizi hangi hülyalara yoracağız? Anlaşılan inançla bağlı olduğumuz karanlık bir yanımız var. Devamlı şövalye kitaplarını okursak, Servantes gibi bir adam çıkar ve hepimizin canına okur; işte o zaman elinde “Donkişot” gibi kukla oluruz. Bu durum, insanlığı kasıp kavuran uygarlığın hastalık dolu gururuna dokunmaz mı? Yoksa hangi padişahın, hangi kralın günahsız olduğunu “ol” kitaptan geçirebiliriz!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder