Sakalları Şiirle Karışık Şarap Kokan Adam

Lise yıllarında aşk kokan sıralarda tanıştım Can Baba ile. Her aşık olduğumda mısralarını diziyordum o aşk kokan sıralara. Onunla beraber şarabın, rakının daha doğrusu sarhoşluğun içinde melankolikliği öğrendim. Siyasi düşüncelerim yeni yeni oluşuyordu “Başka türlü bir şey benim istediğim” mısraları ile. İlk aşkı elinden tutmanın ne denli haz verdiğini gene “kim özlerdi avuç içlerinin ter kokusunu” dizelerinde buluyordum.Zaman geçti, gittikçe Can Baba’da buldum kendimi. Hayatını öğrendim; bir “devlet büyüğüne” ettiği sözün arkasında nasıl durduğunu okudum. Sonra onun hayatının belirli kalıplaşmış özgeçmiş cümlelerine sıkıştırılmayacağını anladım. Ancak onu kendi şiirleri ile anlatabileceğinin farkına vardım. Gelin biz de bu kalıplardan kurtulup, onun şiirlerinde bulalım , Can Baba’yı…
Can Yücel 3 mısra ile özetliyor öz geçmişini;
************ ***
“Ben ömrümce muhalif yaşadım
***************** Devletçe de menfi bir TİP sayıldım
***************** Onun için kan grubum
***************** RH Negatif”
Ve gene kendince şiirin ne olduğunu açıklıyor;
“Şiir bir terlemedir
***************** Güneş güneş sözlerle
***************** Ve böyle böyle şair
***************** Eriyip gider
***************** Dünya gibi tıpkı
***************** Döndükçe terleye terleye”
Nasıl şiir yazdığını da kendi kitabının ön sözünde şöyle açıklamış üstad;
“Bu söyleşi için telefon ettiğinizden beş – on dakka sonra, epiy sportif, bir olay geçti başımdan. Bizim Dragos’taki evin yanında boş bir arsa var, önü resmen çöplük, kibarlara yani. Çoğu ecnebi olmak üzere konserve kutuları, Amerikan çaputları falan filan… aşağı mahallelerden gelen çoluk çocuğun talanından arta kalsa da hayli bir yekün. Çöplük resmetmeyi aklına takmış ressamlara salık veririm, renkli mi renkli, civciv mi civciv bir konu… Arsanın başka bir yararı daha var, gerileri bekçilerin ineklerine otlak. Baharın ne güzeldi inekler, yemyeşil otların arasında hışır hışır. Şimdilerde başları darda, sararmış dikenler içinde. Aksilik bu ya, ben de duvarın dibine günebakanlar diktiydim şirinlik olsun diye. Güneşliğini severim onların. Mallar, haklılar gerçi, musallat oldular benim sarı sıcaklarıma. Sığırtmaç da, domuzluğundan herhal, hayvanları kaçırmışlığa yatıyor. Olan bizim günebakanlara oluyor. Dedim a, tam telefon ettikten sonra siz, bi baktık, bir dana güneşten yediği yetmemiş gibi, bahçeye dalmış, ordan burdan hırsızlayıp diktiğim çiçeklere abanmış. Çıkarabilirsen çıkar. Hötzöt, taş, sopa attık fıkarayı dışarı. Açtım sonra telefonu kooperatifin bekçilerine, önümüzde bir otomobil çiğnedi bir danayı, gelin alın! diye. Can havliyle toplaştı bekçi arkadaşlar ya, yaralı dana yok ortada. Arasın dursunlar gayrı… Bu uzun öyküden çıkardığım kıssa mı ne? Ne yazıyorsunuz, nasıl çalışıyorsunuz? Şairliğinizi nasıl sürdürüyorsunuz? diye soruyorsunuz ya, ona yanıt bu! Bu ara ben, kardeşler, davarlara karşı günebakanları korumakla uğraşıyorum…. Ben şiiri ciddiye almıyorum ki zaten, yeter ki şiir beni ciddiye alsın! Davetsiz misafirdir, pat diye gelir o, ya bir afrika menekşesini, ya ölen bir delikanlıyı bahane eder, oturur karşıma, kaldırabilirsen kaldır artık. Baudelaire öyle demiş ya: “Esin dediği gelmesine nasıl olsa gelir, güçlük onu sepetlemektedir…”

Bekleyen belasını da, mevlasını da bulur, demişler. Şiir ki hem beladır, hem mevla, o halde beklemeyi bileceksiniz! Yalnız, beklediğiniz çaktırmadan. Sözgelimi; Taksim Meydan’nın (eskiden ama) ordaki saatin altında sevgilinizi bekler gibi, ortada dolana dolana, ıslık çal… hava alıyormuşsunuz sanki… Saatler saati beklersiniz gelmez kâfir… Ne yapalım, bu sefer olmadı, bidaha sefere… “
Anlaşılacağı üzere; şiirlerini hiçbir kaygı taşımadan o kadar büyük bir rahatlıkla yazmış ki; okurken, okura da bulaşıyor bu rahatlık.
Kendisini anlatmaya bir anısı ile devam edelim;
Kış, soğuk, dışarıda pis bir hava. Cemal Süreya Vagon’da oturuyor. (Vagon, daimi ziyaretçisi Fazıl Hüsnü Dağlarca başta olmak üzere, Kadıköy’de yazar – çizer takımının uğradığı kahvelerden.) Kapıdan içeri Can Yücel giriyor, doğru Süreya’nın masasına yöneliyor ve soluk bile almadan, “Yaz,” diyor, “Türkiye bir Jakonda’dır”.
“Otur” diyor Cemal Süreya, “zaten kâğıt yok yanımda…”
Can Yücel sigara paketini cebinden çıkarıp masaya boşaltıyor, paketin yapıştırılış uçlarını açıp düzlüyor, uzatıyor Cemal Süreya’nın önüne. “Yaz: Türkiye bir Jakonda’dır. Biz şairler, onun burnuna, yüzüne, gözüne çizelen bıyığı silmeye uğraşan uyumu, oyumu, doyumu olmayan bir takım kefereleriz, böyle böyle geberip gideriz.”
1980′lerin hemen başındaki (1982 – 83?) bu sahne Can Yücel ve şiirinin tipik örneği. Söz, meram, ifadenin yanında eda, tavır da öyle: Doğrudan, doğal, doğaçlama mukabele; karşı durma, cevap verme ve müdahale etme. Budur Can Yücel.
Bununla birlikte, cevap verme ve müdahele etme özelliği ile O da sansürlerden fazlası ile nasibini alır. Buna tepkisini de gene şiiri ile göstermiştir;
Türkiye’de en çok basılan kitap
Ne Yaşar,
Ne Aziz,
Ne Kuran-ı Kerim
Türkiye’de en çok basılan eser;
Sansürdür, kardeşim sansür!
Sayısını ben de unuttum baksana;
Bu son derken, bu son
BU SON
Kim bilir kaçıncı baskısı!
Tabi Can Yücel’den bahsedip de babası ile ilişkisinden bahsetmemek olmaz. Eğitimde yaptığı reformlarla bilinen Hasan Ali Yücel’le ilişkisi, baba-oğuldan çok arkadaşça olduğu anlaşılıyor. Ve babasına yazdığı birçok şiiri de bulunmakta. Tabi baba sevgisini ve özlemini anlatan belki de dilimizde yazılmış en güzel dizelerin sahibi de Can Yücel’dir. Bu şiir çoğu kişinin tahmin ettiği gibi; “Ben hayatta en çok babamı sevdim” dir. Bu dizeler de kendisine Can Baba denilmesinin boş oldmadığını göstermektedir. Fakat ben Hasan Ali Yücel’e yazdığı bir şiirle örneklemek istiyorum bu konuyu:
Konuşurduk da babamla bir zamanlar
Siyasetten miyasetten
Halk partisinden…
“Oğlum yüreğim sıkışıyor
Beni öldüreceksin” derdi babam.
Şimdi düşünüyorum da ne o parti var
Ne de babam
Kendimden başka öldürecek…
Can Yücel’in sanatsal yönü sadece şiir de değildir tabi. Aslında sanata bir bakıma çevirilerle başlamıştır. Özellikle Shakespeare, Baudelire gibi yazarların şiirlerini kendine has dili ile çevirmiştir. Özellikle Hamlet’in o ünlü repliği olan “to be or not to be” yani “olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu” diye bilinen bölümünü “bir ihtimal daha var o da ölmek mi dersin” şeklinde çevirir. Bu çeviri ile sanat eleştirmenleri ve gazetecilerden büyük tepki almış fakat geri adım atmamış ve haklılığını gene kendi üslubu ile “O, o…çocuğu Shakespear de Türkçe biliyor olsaydı; O da bu şekilde yazardı.” şeklinde savunmuştur. Bu küfürler her ne kadar Can Baba’yı tanımayan birine tuhaf gelse de, bu kadar çok küfürlü konuşmasını da “ Küfür, işçi sınıfının ağzındaki çiçektir.” Sözü ile açıklamıştır.
Görüldüğü üzere kağıtlara sığmaz hayatı ve şiirleri vardır. Ancak ne mutlu ki ona; hayatının neredeyse hepsini kendi şiirlerine sığdırabilmiştir.
Can Yücel, hayatının büyük bir kısmını da aşık olduğu Datça’da geçirmiş ve burada hayata gözlerini yummuştur. Özellikle kanser olduğunu öğrendikten sonra neredeyse Datça’dan hiç çıkmamıştır. Fakat Datça’ya kapanması kesinlikle üzüntüden değildir. Kanser olduğunu öğrendiğinde sigara paketine gene kendine has uslübu ile dalga geçerek “Konser, konser oldum. Bitmemiş senfoniyi bitirdim.” Yazmıştır. Ve ölüme yaklaştığını anlayınca da mal varlığını şöyle açıklamıştır;

Avşa adasında üç daire, dört üçgen, beş dikdörtgen. / Gökyüzünde bir bulut. / Bitlis’te beş minare./ Biri yazlık, biri kışlık iki platonik sevgili. / Büro mobilyası ve çelik kapı üreten bir fabrikanın öğle üzeri yaslanıp sigara içilen beyaz duvarı. /Islıkla da çalınabilen dört anonim türkü. /Palandöken’de bir palan, iki döken. /Kastamonu’da üç kasto. /Üç fay hattı. /Bir çarşamba, iki perşembe, üç Cuma. /Dünyada mekân./Ahirette iman. /Denizde kum./Uzayda yerçekimsizlik. /Bir çuval gazoz kapağı. /Bir kibrit kutusu sigara izmariti. /On sekiz saç biti./Biri İngilizce 6 adet küfür. /Yirmi tane boş naylon poşet. /Sevenlerin kalbinde kurulmuş bir taht. /Bir sürü saç sakal, kıl, tüy, yün. /Üç ayrı parkta, üç ayrı belediyeye ait üç ayrı banka reklamlı bank./Bir ayakkabı çekeceği. /İki büyük taş kütlesi. /Bir adet ağaç gölgesi. /Üç kuşkanadı sesi. /Bir sürü kedi köpek. /Bir Marmara denizi. /Camına yaslanıp seyredilen iki piliç çevirmeci. /Her akşam karıştırılan dört çöp bidonu. /Çalıp çalıp kaçılan beş melodili apartman zili. /Nakit 15 kuruş. /Anne babadan kalma yarısı yaşanmış bir ömür.
Kanser olduktan sonra sigara ve alkol yasağını dinlemez. Zira onlarsız yaşamak zaten benim ölüm der, içmeye devam eder. Ve bir ağustos günü ayrılır aramızdan; ardında unutulmayacak anılar ve şiirler bırakarak. Son olarak da Nazım Hikmet’in vasiyetine benzer bir şiir bırakır.
Beni kuzum Datça’ya gömün
Geçin Ankara’yı İstanbul’u
Oralar ağzına kadar dolu
Alabildiğini de pahalı,
Örneğin Zincirlikuyu’da
Bir mezar 750 milyona,
Burası nispeten ucuzluk
Ortada kalma tehlikesi de yok,
Hayır dua da istemez,
Dediğim gibi beni Datça’ya gömün
Şu deniz gören mezarlığın orda,
Gömü sanıp deşerlerse karışmam ona

1 yorum:

  1. Harika bir anlatım ve çoğumuzun bilmediği bilgiler için teşekkürler.Adınızı bulamadım ,ya da blog adınızı ;lütfen belirtir misiniz?

    YanıtlaSil