
Durmadan konuşuyor…
Birbiriyle ahenkli kelimeler dökülüyor dudaklarından. Yüz hatları geriliyor önce, sonra kocaman bir gülümsemeye bırakıyor yerini. Hüzünle karışık umut, deliliğe dönüşüyor ansızın. Tüm bu karmaşaya rağmen, öylesine dengede ki ruhu, yormuyor bu medcezirler onu. Bense sadece bakıyorum. An geliyor bu donuk tepkisizliğimden kendim ürküyorum. Ama nafile! Havadaki tılsımı bozmaktan korkarcasına susup, yok sayıyorum kendimi. Dudaklarından çıkan kelimeler, onları duymama izin vermeden kayboluyorlar havada. Sessiz bir film izliyorum sanki. Gözler başrol oyuncusuna aşina. Senaryo çok bildik. Bense filmin içinde küçük bir rol sahiplenip, sessizce oynuyorum üstüme düşeni. *
Yüzünün her kıvrımını ezberime alırken gözlerine takılıyorum ve birden bire sönüyor tüm ışıklar. Zifiri karanlıkta hareketsizim şimdi. Sadece, kesik kesik ve düzensiz nefes alışlarım var havada. Etraf nasıl da karanlık! Aslına bakarsan, bu karanlık, bana tanıdık. Yıllar önce karşılaşmıştık…
Sesini duymuyorum…
Söylediklerini anlamıyorum…
Yüzünü görmüyorum…
Sadece siyahtan, öze inmeye çalışıyorum. Küçük bir kızken, ölecek kadar korksam da, asla karanlıktan kaçmayı getirmezdim aklıma. Bağıra çağıra şarkı söyleyip, karanlığın sinir bozucu sesini kendi sesimle bastırmaya çabalardım. Şimdi ise durum farklı! Korkmuyorum bu siyahtan. Gözlerim zamanla aşılıyor kör karanlığa ve düzeliyor nefesimin bozuk ritmi. Sonsuz bir merakla inceliyorum etrafımı. Siyah, fakat öylesine parlak ki bu kör kuyu, duvarlarına yaklaştığım an, kendi suretimi görüyorum. Beklenmedik bu yüzleşme şaşırtıyor önce, fakat her şeye rağmen güzel, özünün duvarlarında “bana” rastlamak.
Rastlantıların bileşkesi midir kader? Yoksa o mu her şeye hükmeden bilinmez. Fakat her neyse durmadan beni sana çeken, yılardır vazgeçmedi deli inadından.
Yıllar önce…
Henüz ruhlar kirlenmemiş…
Bedenler örselenmemiş henüz…
İki küçük çocuk…
Ve iki kırmızı kurdele yakalarında…
Hayatta kazandıkları ilk zaferin coşkusuyla okumaya çalışıyorlar ellerindeki kitabı. Kü-çük-de-niz-kı-zı… İşte oldu! Küçük kız sevinçle atılıyor küçük adamın boynuna. Sarılıyorlar birbirlerine, annelerinden öğrendikleri şefkatle. Birkaç yapraklı, bol resimli, rengarenk ama okuması “çok zor” olan kitaba bakıyorlar. Yüzlerinde kocaman bir gülümseme! Kolay mı? İki kişinin, hayta karşı kazandıkları ilk zafer bu! Okuyabilmenin verdiği güvenle defalarca gezdiriyorlar gözlerini kelimelerin üstünde. Eserini tamamlayıp, ona büyük bir hazla bakan sanatçı misali. Derken, berikinin gözleri, takılıyor aniden ötekinin gözlerine. Donuyor yüzündeki gülümseme, tepkisizleşiyor aniden ve küçük kız ilk defa o gün “merhaba” diyor renklerin en karanlığına ve en asisine. Nerden bilsin ki, ömür boyu bu karanlığa tutsak olup, orada kendine küçük bir yer açmaya çalışacak!
Yıllar hızla geçti üstümüzden. Ayak uydurmak zorunda kaldık hayatın dayatmalarına. Olduğumuz yerle, olmak istediğimiz yer arasında ki kilometreler çoğaldıkça, bizde aynı mesafede yol aldık içimize. Bak işte karşımdasın yine. İçimize yaptığımız her keşifte rastlıyoruz birbirimize.
Doğduğumuz topraklardan uzakta, şehrin baş döndüren büyüklüğü ve yoğunluğu ile tezat düşecek kadar küçük ve sakin bir kahvedeyiz. Bilmem ki kendisini hayattan bu derece nasıl soyutlayabilmiş! Taş plaktan çıkan cızırtılı ses, duvardaki film afişlerine çarpıp, üstümüze düşüyor. Hiç aklıma gelir miydi? Bir sinema sahnesinden fırlamış gibi duran ve nefes almak istediğimde saklandığım bu kahvede, seninle karşılıklı oturup, başrolü paylaşmak!
Yıllar önce bir okul sırasında bıraktığım küçük adam büyümüş. Uyumlulara inat kocaman bir uyumsuz olmuş. En çok bu halini seviyorum senin. Öylesine kendinsin ve kendinlesin ki! Bazen dudaklarının arasından çıkan kelimelerin, tüm bu umursuz halin, ete batıp, canı acıtsa da kanatmıyor asla. Devam ediyoruz kaldığımız yerden konuşmaya. Sanki onca yıl girmemiş aramıza, sanki hep yan yana oturmuşuz o tahta sırada ve bizim olmuş hayata dair kazanılacak ne varsa…
Oysa her ikimizde olup biteni görecek kadar büyümüşüz. Ne ben küçük kızım, ne de sen o küçük adam. Ayakkabılarımız, elbiselerimiz büyüdükçe, küçülmüş ümitlerimiz. Rengi solmuş tüm hayallerimizin. O yıllardan bize bir tek kitaplarımız kalmış. Fakat bu kez resimsiz ve** renksiz.
Masanın üzerinde duran kitaba dokunup,* sayfalarını sakince çeviriyor. Ve yine o bilge halini takınıp başlıyor anlatmaya. Fır dönüyor kelimeler etrafta. Her sözünü büyük bir merakla dinliyor gibi görünsem de, söylediklerini ne anlıyor ne de duyuyorum. Sonsuz bir inançla, durmaksızın anlatırken bir şeyleri, sadece ben hissediyorum, daha fazla kırılmamak adına kendinle bütünleştirdiği maskeyi. Farkındasın, görülmeyeni gördüğümün, anlatılamayanı anladığımın ve rahatsız etmiyor seni bu farkındalık. *Gizlerini keşfetmem için, seni daha iyi anlayabilmem için, sessizce çıkarıp asi maskeni, uysal bir çocuğa dönüşüyorsun. Ben varım ve tam karşımda sen… *Geçip gitmesin senin sen olduğun ve benimle bütünleştiğin bu an…
Bu kadar yıpranmışlığa rağmen, gülüşün nasıl da içten. Yıllar geçmiş, bedenler büyümüş, yüze çizgiler dolmuş bunca değişime inat bir tek gözlerin aynı kalmış. Onlarla ilk tanışmamı anımsıyorum. Siyah ve asi… Donup kalıyorum yine. Ve yine anlıyorum ki karanlıkta kalmanın korkusu değil bu. Böylesine salt bir sevginin, metabolizmaya* tepkisi.
Durmadan konuşuyor…
Birbiriyle ahenkli kelimeler dökülüyor dudaklarından…
Keşke iki küçük çocuk olduğumuz o ana dönebilsek ve sarılsak birbirimize annelerimizden öğrendiğimiz şefkatle…
Tanrı sesimi duyar mı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder