Titreyen cama başını yasladığında arkadaşlarının söylediği aklına gelmişti:
“İşkencede adam öldürüyorlar.”
İçini büyük bir sıkıntı kapladı, gözünü kapatan siyah bez parçası zaten karanlık olan havaya ayrı bir karanlık katmış, kattığı karanlıkla da sürekli korku ve acı üflüyordu Deniz’in yüreğine. Dakikalar önce saklandığı evden polislerin baskınıyla yakalanmıştı. Şimdi polis otosunda kafasını kurcalayan sorularla ilerliyordu. İlerledikçe büyüyen merak ve büyüdükçe artan korkuyla…
Uzun bir yolculuğun ardından polis otosu durduruldu. Yine gözü kapalı olarak, itile kakıla indirildi arabadan ve adeta sürüklenerek geçirildi kapıdan. Sonra bir kapı açılma sesi duydu ve fırlatıldı kapının ait olduğu hücreye. Gözündeki bezi çıkarmak istedi; ama korkuyordu. Ne göreceğinden korkuyordu. Ağır ağır kalkan elleri beze gitti ve yavaşça indirdi boğazına kara bezi. Son derece pis bir hücre, kenarlarında süt şişeleri, tuvalet izni olmadığı için içlerinde dışkı bulunan bu şişeler ortalığa ağır bir koku yaymıştı. Pis duvarları gezen gözleri hücrenin ortasına geldiğinde kendisini seyreden altı çift göz gördü. Gözler onun haline acıyarak indirirdi yere bakışlarını. Deniz bir kenara geçerek uyumaya çalıştı. Ama uyku o an onun için bir ızdırap gibi sancılıydı. Başını duvara yasladığında içeriden yankılanarak gelen acı bir feryat dolandı hücrelerin hepsini. Ardından küfürler, bağırış çağırışlar…Kendisi gibi buraya getirilenlerden biri arkadaşlarının anlattığı gibi işkenceye alınmıştı. Fiziksel işkence ile konuşturulmaya çalışıyordu; ama belki de asıl işkence o anda bu sesi duyan insanlara yapılıyordu. Büyük bir manevi baskı hissetti Deniz. Kalbi daraldı, nefesleri acı verir oldu, elleri bir yumruk halinde kasılı vücudunun arasına girdi. Beyni sesleri algıladıkça vücudu daha da kasılıyor, koku kalbini parmakları arasında sıkıştırarak parçalıyordu sanki.
“Ahmet.” Kısa bir sessizliği yine aynı ses bozdu “Ahmet.”. Uyandırdı bu kısık sesi Deniz’i. Hücre arkadaşları gecenin verdiği ruhsal ıztırabı üzerlerinden atmış uyuyordu. “Ahmet…”. Ses bir kez daha gelince ayağa kalkarak hücrenin koridora bakan penceresine doğru yürüdü. Pencereden dışarı baktığında yerde bir adam gördü. Üzerinde sadece iç çamaşırı vardı. Vücudunun tamamına yakını mordu. Akan kanları yerde kendisine çarşaf olmuştu adeta. Sayıklıyor. Bir isim sayıklıyordu. Deniz ilk olarak adamın çözüldüğünü zannetti. Ama durum böyle değildi. Sonraları anladı ki adam işkenceden getirildikten sonra dışarıda oynayan çocukların sesini duymuştu ve sabaha kadar yediği işkence yüzünden zarar gören beyni adamı çocuğunun yanında hissediyordu. Adam hayalinde çocuğuyla konuşuyordu. Bunu öğrendiğinde saatlerce ağlamıştı.
Gün çok zor akşam oldu o gün. Hücre arkadaşlarıyla tanışmış hemen kaynaşmışlardı. Burada olanları ögrenmiş biraz da siyaset konuşmuşlardı. Onlar da kendisi gibi bir örgütün elemanıydılar ve fikirleri yüzünden işkence görmek için buraya getirilmişlerdi. Gün bittiğinde karanlık beraberinde işkence korkusunu da beraberinde getirdi. Bu gece alınacaklardan biri kendisi olabilirdi belki de. Korktu, bu düşünce onu iliklerine kadar korkuttu.
Demir kapı şiddetle açıldı. Çıkan sesle uyanan Deniz’in gözü hemen kapatıldı kara bezle. Koluna iki kişi girdi ve hızlıca çıkardılar onu hücreden. Kapı tekrar kapatıldığında “Dayan yoldaş!” sesi geldi kulağına. Koluna giren polis küfür ederek susmasını söyledi bağırana. Dayanma dirayetiyle ilerledi Deniz korkuyla ama bir o kadar da kararlıca. Evet gün gelmişti. Bu gece büyük bir sınavdan geçecekti. Sabaha kadar fiziksel işkence altında kalacaktı, konuşması istenecekti ve bunu için polisler oldukça kararlıydı. “Hızlı ol!” dedi biri arkadan iterek. Deniz sendeleyerek öne atıldı kafasını çarptı. Bir acı duydu kafasında. Önünü göremiyordu. Elleriyle ortalığı yoklamak istedi; ama arkasında ki polis kafasına vurdu. Ellerini kaldıramadığı için ilerlediği koridorda sürekli bir yerlere çarpıyordu .işkence şimdiden başlamıştı.
“Otur.” dedi biri. Oturdu. Adam konuşmaya başladı. Gayet güzel bir dille konuşuyordu. Anlat diyordu. Anlatırsan hiç bir şey olmayacak. Sustu Deniz. İnanılmaz bir baskı vardı üzerinde. Sanki vücudu eziliyordu. Gerçekten buna bile dayanmak çok zordu? Ne olacaktı biraz sonra, konuşmayınca bu adamlar ona ne yapacaklardı?
“Şimdi görürsün ananın…” Kendisiyle konuşmaya çalışan kişi Deniz’e böyle bir küfür savurduktan sonra “Getirin lastiği.” diye bağırdılar. Deniz titremeye başlamıştı. Korku yavaşça vücudunu ele geçiriyordu. Bir lastik başından geçirilerek omuzları kuşatacak şekilde konuldu. “Kalk!” diye bağırdı polis. Deniz korkuyla kasılan vücudunu kaldırırken iki omzuna da coplar indi. Büyük bir acı kapladı bedenini. Sonra birden hücre arkadaşlarının dediğini hatırladı. “Eğer daha az acı çekmek istiyorsan bağırmalısın.”. Öyle yaptı Deniz. Bağırdı elinden geldiğince. Sonra tekrar “Kalk!” dendi, tekrar coplar indi omuzlarına. Tekrar tekrar devam ederken kalkacak gücü kalmayan Deniz “kalk” komutuna uyamadı. Aniden soldan bir yumruk yedi suratına, başı yumruğun şiddetiyle sağa çevrilirken bu kez sağdan yedi aynı şiddetle. Ağzından kan boşaldı o an. Kanın sıcak ve tuhaf tadı ıslattı dudaklarını. Tekrar bağırdı polis “Kalk!” Deniz çaresiz kalkmaya çalıştı ve coplar tekrar omuzlarına indi. Bu kez sandalyeye değil yere düştü. Yığıldı kaldı. Kan bütün ağzından oluk oluk boşalıyordu dışarı. Bedeni dayanılmayacakk bir acıyla kıvranıyordu. Ama Deniz’ in de kararı kesindi: Konuşmayacaktı.
“Bırakın biraz.” dedi polis. Deniz bunu bile duymamıştı. Artık algıları yeterince çalışmıyordu. Acı vücudunu uyuşturmuştu. Uzun süre hareketlilik olmayınca heralde bitti diye düşündü. Biraz rahatlar gibi oldu. Aniden bir el saçlarına yapışarak onu yerden kaldırarak tekrar sandalyeye oturturdu. Polis tekrar konuşmaya başlamıştı kendisiyle. Konuş diyordu yine. “Daha fazla istemiyorsan konuş.” Hiç ses çıkarmadı. Polis yeniden sinirlendi yine bir küfür bastı. “Soyun şu…” dedi. Diğer işkenceciler Deniz’in üzerini çıkarmaya başladılar. Çırıl çıplak soydular. Polis bir kez daha denedi. “Konuş ulan konuş!” Yine ses çıkmadı Deniz’den. İşkenceciler bu kez onu duvara kadar götürdüler. Yüzü duvara çevirdiler. Diz çöktürttüler. Kollarını havaya kaldırarak bir ipe bağladılar. O anda biri cinsel organına bir tekme attı. Acıyla kıvradı Deniz. Sonra bir sopa indi sırtına. Biri daha. Ve sonra diğerleri. İşkenceciler sık sık küfür edip sürekli konuşması için baskı yapıyorlardı. Deniz ise durmadan bağırıyordu. Gece boyunca kısılan sesiyle sürekli çektiği acıları hafifletmek için bağırıyordu…
İşkenceciler bayıltana kadar dövdüler o gece Deniz’i. Ağzından bağırışlar dışında tek bir ses bile alamamışlar bu nedenle gitgide kudurup, bayıltana kadar dövmüşlerdi.Hücresine götürmüşlerdi sonra da. Kapının önüne bırakmışlardı öylecene. Arkadaşları ona ellerinden geldiği kadar baktı. O da arkadaşlarına. Büyük bir özveri ve dayanışma içinde, kendilerine sürekli moral vererek bir ay boyunca aralıklarla işkenceye götürüldüler. Hiç biri konuşmamıştı. Aralarında konuşurken bahsettikleri devrim alevi onlara güç olmuştu, hiç biri tek kelime etmemişti.
Daha sonraları serbest bırakılıp cunta devrildiğinde hayatları tamamen değişmişti. Darbeden önce yardım ettikleri kişiler şimdi onlara sırtlarını çevirmişlerdi. Yakınlarını onlardan uzak tutuyor, onlarla tek kelime etmiyorlardı. İşkence burada da devam ediyordu. Deniz binlerce insanın yaşadıklarını yaşıyordu. Hayat yaşanmaz bir hale gelmişti. Ve eve kapattı kendini. Yeniden eskisi gibi hissedinceye kadar evinde kaldı…
Geriye hiç bir şey kalmamıştı. Emeği savunmuş, özgürlüğü istemişti. Bunun için çabalamış tam bağımsız bir Türkiye hayaliyle yola çıkmıştı. Sonra bir darbe eşitlik, özgürlük ve bağımsızlık hayallerini yıkmıştı bu insanların. Darbeden sonra köklü bir değişim yaşadı Türkiye. Ahlak ve kültür bozuldu, insanlar vahşileşti. Türkiye içinden çıkamayacağı bir kaosa sürüklendi. Kendi insanlarına işkenceler yaşattı, onları fişledi, bu fişlenme bu insanların yıllarca aç kalmasına yol açtı. Bir çok aile de dağıldı. Sokaklar ürkek insanlarla doldu. Ve en önemlisi Türkiye gözyaşlarını içine bir kan halinde akıttı. Asla geri toparlanamayacak bir şekilde büyük bir darbe yedi.
Pişman değil Deniz. O emek, eşitlik,özgürlük için savaştı. Yaşadı o karanlık günlerin ağırlığını bedeninde ve ruhunda. En az boyun eğmeden ölen kölelerin onuru içerisinde ve her şeye rağmen devam etti solu savunmaya onurlu olduğu gibi bir o kadar da şereflice….
Edebiyat
Asi

Durmadan konuşuyor…
Birbiriyle ahenkli kelimeler dökülüyor dudaklarından. Yüz hatları geriliyor önce, sonra kocaman bir gülümsemeye bırakıyor yerini. Hüzünle karışık umut, deliliğe dönüşüyor ansızın. Tüm bu karmaşaya rağmen, öylesine dengede ki ruhu, yormuyor bu medcezirler onu. Bense sadece bakıyorum. An geliyor bu donuk tepkisizliğimden kendim ürküyorum. Ama nafile! Havadaki tılsımı bozmaktan korkarcasına susup, yok sayıyorum kendimi. Dudaklarından çıkan kelimeler, onları duymama izin vermeden kayboluyorlar havada. Sessiz bir film izliyorum sanki. Gözler başrol oyuncusuna aşina. Senaryo çok bildik. Bense filmin içinde küçük bir rol sahiplenip, sessizce oynuyorum üstüme düşeni. *
Yüzünün her kıvrımını ezberime alırken gözlerine takılıyorum ve birden bire sönüyor tüm ışıklar. Zifiri karanlıkta hareketsizim şimdi. Sadece, kesik kesik ve düzensiz nefes alışlarım var havada. Etraf nasıl da karanlık! Aslına bakarsan, bu karanlık, bana tanıdık. Yıllar önce karşılaşmıştık…
Sesini duymuyorum…
Söylediklerini anlamıyorum…
Yüzünü görmüyorum…
Sadece siyahtan, öze inmeye çalışıyorum. Küçük bir kızken, ölecek kadar korksam da, asla karanlıktan kaçmayı getirmezdim aklıma. Bağıra çağıra şarkı söyleyip, karanlığın sinir bozucu sesini kendi sesimle bastırmaya çabalardım. Şimdi ise durum farklı! Korkmuyorum bu siyahtan. Gözlerim zamanla aşılıyor kör karanlığa ve düzeliyor nefesimin bozuk ritmi. Sonsuz bir merakla inceliyorum etrafımı. Siyah, fakat öylesine parlak ki bu kör kuyu, duvarlarına yaklaştığım an, kendi suretimi görüyorum. Beklenmedik bu yüzleşme şaşırtıyor önce, fakat her şeye rağmen güzel, özünün duvarlarında “bana” rastlamak.
Rastlantıların bileşkesi midir kader? Yoksa o mu her şeye hükmeden bilinmez. Fakat her neyse durmadan beni sana çeken, yılardır vazgeçmedi deli inadından.
Yıllar önce…
Henüz ruhlar kirlenmemiş…
Bedenler örselenmemiş henüz…
İki küçük çocuk…
Ve iki kırmızı kurdele yakalarında…
Hayatta kazandıkları ilk zaferin coşkusuyla okumaya çalışıyorlar ellerindeki kitabı. Kü-çük-de-niz-kı-zı… İşte oldu! Küçük kız sevinçle atılıyor küçük adamın boynuna. Sarılıyorlar birbirlerine, annelerinden öğrendikleri şefkatle. Birkaç yapraklı, bol resimli, rengarenk ama okuması “çok zor” olan kitaba bakıyorlar. Yüzlerinde kocaman bir gülümseme! Kolay mı? İki kişinin, hayta karşı kazandıkları ilk zafer bu! Okuyabilmenin verdiği güvenle defalarca gezdiriyorlar gözlerini kelimelerin üstünde. Eserini tamamlayıp, ona büyük bir hazla bakan sanatçı misali. Derken, berikinin gözleri, takılıyor aniden ötekinin gözlerine. Donuyor yüzündeki gülümseme, tepkisizleşiyor aniden ve küçük kız ilk defa o gün “merhaba” diyor renklerin en karanlığına ve en asisine. Nerden bilsin ki, ömür boyu bu karanlığa tutsak olup, orada kendine küçük bir yer açmaya çalışacak!
Yıllar hızla geçti üstümüzden. Ayak uydurmak zorunda kaldık hayatın dayatmalarına. Olduğumuz yerle, olmak istediğimiz yer arasında ki kilometreler çoğaldıkça, bizde aynı mesafede yol aldık içimize. Bak işte karşımdasın yine. İçimize yaptığımız her keşifte rastlıyoruz birbirimize.
Doğduğumuz topraklardan uzakta, şehrin baş döndüren büyüklüğü ve yoğunluğu ile tezat düşecek kadar küçük ve sakin bir kahvedeyiz. Bilmem ki kendisini hayattan bu derece nasıl soyutlayabilmiş! Taş plaktan çıkan cızırtılı ses, duvardaki film afişlerine çarpıp, üstümüze düşüyor. Hiç aklıma gelir miydi? Bir sinema sahnesinden fırlamış gibi duran ve nefes almak istediğimde saklandığım bu kahvede, seninle karşılıklı oturup, başrolü paylaşmak!
Yıllar önce bir okul sırasında bıraktığım küçük adam büyümüş. Uyumlulara inat kocaman bir uyumsuz olmuş. En çok bu halini seviyorum senin. Öylesine kendinsin ve kendinlesin ki! Bazen dudaklarının arasından çıkan kelimelerin, tüm bu umursuz halin, ete batıp, canı acıtsa da kanatmıyor asla. Devam ediyoruz kaldığımız yerden konuşmaya. Sanki onca yıl girmemiş aramıza, sanki hep yan yana oturmuşuz o tahta sırada ve bizim olmuş hayata dair kazanılacak ne varsa…
Oysa her ikimizde olup biteni görecek kadar büyümüşüz. Ne ben küçük kızım, ne de sen o küçük adam. Ayakkabılarımız, elbiselerimiz büyüdükçe, küçülmüş ümitlerimiz. Rengi solmuş tüm hayallerimizin. O yıllardan bize bir tek kitaplarımız kalmış. Fakat bu kez resimsiz ve** renksiz.
Masanın üzerinde duran kitaba dokunup,* sayfalarını sakince çeviriyor. Ve yine o bilge halini takınıp başlıyor anlatmaya. Fır dönüyor kelimeler etrafta. Her sözünü büyük bir merakla dinliyor gibi görünsem de, söylediklerini ne anlıyor ne de duyuyorum. Sonsuz bir inançla, durmaksızın anlatırken bir şeyleri, sadece ben hissediyorum, daha fazla kırılmamak adına kendinle bütünleştirdiği maskeyi. Farkındasın, görülmeyeni gördüğümün, anlatılamayanı anladığımın ve rahatsız etmiyor seni bu farkındalık. *Gizlerini keşfetmem için, seni daha iyi anlayabilmem için, sessizce çıkarıp asi maskeni, uysal bir çocuğa dönüşüyorsun. Ben varım ve tam karşımda sen… *Geçip gitmesin senin sen olduğun ve benimle bütünleştiğin bu an…
Bu kadar yıpranmışlığa rağmen, gülüşün nasıl da içten. Yıllar geçmiş, bedenler büyümüş, yüze çizgiler dolmuş bunca değişime inat bir tek gözlerin aynı kalmış. Onlarla ilk tanışmamı anımsıyorum. Siyah ve asi… Donup kalıyorum yine. Ve yine anlıyorum ki karanlıkta kalmanın korkusu değil bu. Böylesine salt bir sevginin, metabolizmaya* tepkisi.
Durmadan konuşuyor…
Birbiriyle ahenkli kelimeler dökülüyor dudaklarından…
Keşke iki küçük çocuk olduğumuz o ana dönebilsek ve sarılsak birbirimize annelerimizden öğrendiğimiz şefkatle…
Tanrı sesimi duyar mı?
Sakalları Şiirle Karışık Şarap Kokan Adam
Lise yıllarında aşk kokan sıralarda tanıştım Can Baba ile. Her aşık olduğumda mısralarını diziyordum o aşk kokan sıralara. Onunla beraber şarabın, rakının daha doğrusu sarhoşluğun içinde melankolikliği öğrendim. Siyasi düşüncelerim yeni yeni oluşuyordu “Başka türlü bir şey benim istediğim” mısraları ile. İlk aşkı elinden tutmanın ne denli haz verdiğini gene “kim özlerdi avuç içlerinin ter kokusunu” dizelerinde buluyordum.Zaman geçti, gittikçe Can Baba’da buldum kendimi. Hayatını öğrendim; bir “devlet büyüğüne” ettiği sözün arkasında nasıl durduğunu okudum. Sonra onun hayatının belirli kalıplaşmış özgeçmiş cümlelerine sıkıştırılmayacağını anladım. Ancak onu kendi şiirleri ile anlatabileceğinin farkına vardım. Gelin biz de bu kalıplardan kurtulup, onun şiirlerinde bulalım , Can Baba’yı…
Can Yücel 3 mısra ile özetliyor öz geçmişini;
************ ***
“Ben ömrümce muhalif yaşadım
***************** Devletçe de menfi bir TİP sayıldım
***************** Onun için kan grubum
***************** RH Negatif”
Ve gene kendince şiirin ne olduğunu açıklıyor;
“Şiir bir terlemedir
***************** Güneş güneş sözlerle
***************** Ve böyle böyle şair
***************** Eriyip gider
***************** Dünya gibi tıpkı
***************** Döndükçe terleye terleye”
Nasıl şiir yazdığını da kendi kitabının ön sözünde şöyle açıklamış üstad;
“Bu söyleşi için telefon ettiğinizden beş – on dakka sonra, epiy sportif, bir olay geçti başımdan. Bizim Dragos’taki evin yanında boş bir arsa var, önü resmen çöplük, kibarlara yani. Çoğu ecnebi olmak üzere konserve kutuları, Amerikan çaputları falan filan… aşağı mahallelerden gelen çoluk çocuğun talanından arta kalsa da hayli bir yekün. Çöplük resmetmeyi aklına takmış ressamlara salık veririm, renkli mi renkli, civciv mi civciv bir konu… Arsanın başka bir yararı daha var, gerileri bekçilerin ineklerine otlak. Baharın ne güzeldi inekler, yemyeşil otların arasında hışır hışır. Şimdilerde başları darda, sararmış dikenler içinde. Aksilik bu ya, ben de duvarın dibine günebakanlar diktiydim şirinlik olsun diye. Güneşliğini severim onların. Mallar, haklılar gerçi, musallat oldular benim sarı sıcaklarıma. Sığırtmaç da, domuzluğundan herhal, hayvanları kaçırmışlığa yatıyor. Olan bizim günebakanlara oluyor. Dedim a, tam telefon ettikten sonra siz, bi baktık, bir dana güneşten yediği yetmemiş gibi, bahçeye dalmış, ordan burdan hırsızlayıp diktiğim çiçeklere abanmış. Çıkarabilirsen çıkar. Hötzöt, taş, sopa attık fıkarayı dışarı. Açtım sonra telefonu kooperatifin bekçilerine, önümüzde bir otomobil çiğnedi bir danayı, gelin alın! diye. Can havliyle toplaştı bekçi arkadaşlar ya, yaralı dana yok ortada. Arasın dursunlar gayrı… Bu uzun öyküden çıkardığım kıssa mı ne? Ne yazıyorsunuz, nasıl çalışıyorsunuz? Şairliğinizi nasıl sürdürüyorsunuz? diye soruyorsunuz ya, ona yanıt bu! Bu ara ben, kardeşler, davarlara karşı günebakanları korumakla uğraşıyorum…. Ben şiiri ciddiye almıyorum ki zaten, yeter ki şiir beni ciddiye alsın! Davetsiz misafirdir, pat diye gelir o, ya bir afrika menekşesini, ya ölen bir delikanlıyı bahane eder, oturur karşıma, kaldırabilirsen kaldır artık. Baudelaire öyle demiş ya: “Esin dediği gelmesine nasıl olsa gelir, güçlük onu sepetlemektedir…”
Bekleyen belasını da, mevlasını da bulur, demişler. Şiir ki hem beladır, hem mevla, o halde beklemeyi bileceksiniz! Yalnız, beklediğiniz çaktırmadan. Sözgelimi; Taksim Meydan’nın (eskiden ama) ordaki saatin altında sevgilinizi bekler gibi, ortada dolana dolana, ıslık çal… hava alıyormuşsunuz sanki… Saatler saati beklersiniz gelmez kâfir… Ne yapalım, bu sefer olmadı, bidaha sefere… “
Anlaşılacağı üzere; şiirlerini hiçbir kaygı taşımadan o kadar büyük bir rahatlıkla yazmış ki; okurken, okura da bulaşıyor bu rahatlık.
Kendisini anlatmaya bir anısı ile devam edelim;
Kış, soğuk, dışarıda pis bir hava. Cemal Süreya Vagon’da oturuyor. (Vagon, daimi ziyaretçisi Fazıl Hüsnü Dağlarca başta olmak üzere, Kadıköy’de yazar – çizer takımının uğradığı kahvelerden.) Kapıdan içeri Can Yücel giriyor, doğru Süreya’nın masasına yöneliyor ve soluk bile almadan, “Yaz,” diyor, “Türkiye bir Jakonda’dır”.
“Otur” diyor Cemal Süreya, “zaten kâğıt yok yanımda…”
Can Yücel sigara paketini cebinden çıkarıp masaya boşaltıyor, paketin yapıştırılış uçlarını açıp düzlüyor, uzatıyor Cemal Süreya’nın önüne. “Yaz: Türkiye bir Jakonda’dır. Biz şairler, onun burnuna, yüzüne, gözüne çizelen bıyığı silmeye uğraşan uyumu, oyumu, doyumu olmayan bir takım kefereleriz, böyle böyle geberip gideriz.”
1980′lerin hemen başındaki (1982 – 83?) bu sahne Can Yücel ve şiirinin tipik örneği. Söz, meram, ifadenin yanında eda, tavır da öyle: Doğrudan, doğal, doğaçlama mukabele; karşı durma, cevap verme ve müdahale etme. Budur Can Yücel.
Bununla birlikte, cevap verme ve müdahele etme özelliği ile O da sansürlerden fazlası ile nasibini alır. Buna tepkisini de gene şiiri ile göstermiştir;
Türkiye’de en çok basılan kitap
Ne Yaşar,
Ne Aziz,
Ne Kuran-ı Kerim
Türkiye’de en çok basılan eser;
Sansürdür, kardeşim sansür!
Sayısını ben de unuttum baksana;
Bu son derken, bu son
BU SON
Kim bilir kaçıncı baskısı!
Tabi Can Yücel’den bahsedip de babası ile ilişkisinden bahsetmemek olmaz. Eğitimde yaptığı reformlarla bilinen Hasan Ali Yücel’le ilişkisi, baba-oğuldan çok arkadaşça olduğu anlaşılıyor. Ve babasına yazdığı birçok şiiri de bulunmakta. Tabi baba sevgisini ve özlemini anlatan belki de dilimizde yazılmış en güzel dizelerin sahibi de Can Yücel’dir. Bu şiir çoğu kişinin tahmin ettiği gibi; “Ben hayatta en çok babamı sevdim” dir. Bu dizeler de kendisine Can Baba denilmesinin boş oldmadığını göstermektedir. Fakat ben Hasan Ali Yücel’e yazdığı bir şiirle örneklemek istiyorum bu konuyu:
Konuşurduk da babamla bir zamanlar
Siyasetten miyasetten
Halk partisinden…
“Oğlum yüreğim sıkışıyor
Beni öldüreceksin” derdi babam.
Şimdi düşünüyorum da ne o parti var
Ne de babam
Kendimden başka öldürecek…
Can Yücel’in sanatsal yönü sadece şiir de değildir tabi. Aslında sanata bir bakıma çevirilerle başlamıştır. Özellikle Shakespeare, Baudelire gibi yazarların şiirlerini kendine has dili ile çevirmiştir. Özellikle Hamlet’in o ünlü repliği olan “to be or not to be” yani “olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu” diye bilinen bölümünü “bir ihtimal daha var o da ölmek mi dersin” şeklinde çevirir. Bu çeviri ile sanat eleştirmenleri ve gazetecilerden büyük tepki almış fakat geri adım atmamış ve haklılığını gene kendi üslubu ile “O, o…çocuğu Shakespear de Türkçe biliyor olsaydı; O da bu şekilde yazardı.” şeklinde savunmuştur. Bu küfürler her ne kadar Can Baba’yı tanımayan birine tuhaf gelse de, bu kadar çok küfürlü konuşmasını da “ Küfür, işçi sınıfının ağzındaki çiçektir.” Sözü ile açıklamıştır.
Görüldüğü üzere kağıtlara sığmaz hayatı ve şiirleri vardır. Ancak ne mutlu ki ona; hayatının neredeyse hepsini kendi şiirlerine sığdırabilmiştir.
Can Yücel, hayatının büyük bir kısmını da aşık olduğu Datça’da geçirmiş ve burada hayata gözlerini yummuştur. Özellikle kanser olduğunu öğrendikten sonra neredeyse Datça’dan hiç çıkmamıştır. Fakat Datça’ya kapanması kesinlikle üzüntüden değildir. Kanser olduğunu öğrendiğinde sigara paketine gene kendine has uslübu ile dalga geçerek “Konser, konser oldum. Bitmemiş senfoniyi bitirdim.” Yazmıştır. Ve ölüme yaklaştığını anlayınca da mal varlığını şöyle açıklamıştır;
Avşa adasında üç daire, dört üçgen, beş dikdörtgen. / Gökyüzünde bir bulut. / Bitlis’te beş minare./ Biri yazlık, biri kışlık iki platonik sevgili. / Büro mobilyası ve çelik kapı üreten bir fabrikanın öğle üzeri yaslanıp sigara içilen beyaz duvarı. /Islıkla da çalınabilen dört anonim türkü. /Palandöken’de bir palan, iki döken. /Kastamonu’da üç kasto. /Üç fay hattı. /Bir çarşamba, iki perşembe, üç Cuma. /Dünyada mekân./Ahirette iman. /Denizde kum./Uzayda yerçekimsizlik. /Bir çuval gazoz kapağı. /Bir kibrit kutusu sigara izmariti. /On sekiz saç biti./Biri İngilizce 6 adet küfür. /Yirmi tane boş naylon poşet. /Sevenlerin kalbinde kurulmuş bir taht. /Bir sürü saç sakal, kıl, tüy, yün. /Üç ayrı parkta, üç ayrı belediyeye ait üç ayrı banka reklamlı bank./Bir ayakkabı çekeceği. /İki büyük taş kütlesi. /Bir adet ağaç gölgesi. /Üç kuşkanadı sesi. /Bir sürü kedi köpek. /Bir Marmara denizi. /Camına yaslanıp seyredilen iki piliç çevirmeci. /Her akşam karıştırılan dört çöp bidonu. /Çalıp çalıp kaçılan beş melodili apartman zili. /Nakit 15 kuruş. /Anne babadan kalma yarısı yaşanmış bir ömür.
Kanser olduktan sonra sigara ve alkol yasağını dinlemez. Zira onlarsız yaşamak zaten benim ölüm der, içmeye devam eder. Ve bir ağustos günü ayrılır aramızdan; ardında unutulmayacak anılar ve şiirler bırakarak. Son olarak da Nazım Hikmet’in vasiyetine benzer bir şiir bırakır.
Beni kuzum Datça’ya gömün
Geçin Ankara’yı İstanbul’u
Oralar ağzına kadar dolu
Alabildiğini de pahalı,
Örneğin Zincirlikuyu’da
Bir mezar 750 milyona,
Burası nispeten ucuzluk
Ortada kalma tehlikesi de yok,
Hayır dua da istemez,
Dediğim gibi beni Datça’ya gömün
Şu deniz gören mezarlığın orda,
Gömü sanıp deşerlerse karışmam ona
Can Yücel 3 mısra ile özetliyor öz geçmişini;
************ ***
“Ben ömrümce muhalif yaşadım
***************** Devletçe de menfi bir TİP sayıldım
***************** Onun için kan grubum
***************** RH Negatif”
Ve gene kendince şiirin ne olduğunu açıklıyor;
“Şiir bir terlemedir
***************** Güneş güneş sözlerle
***************** Ve böyle böyle şair
***************** Eriyip gider
***************** Dünya gibi tıpkı
***************** Döndükçe terleye terleye”
Nasıl şiir yazdığını da kendi kitabının ön sözünde şöyle açıklamış üstad;
“Bu söyleşi için telefon ettiğinizden beş – on dakka sonra, epiy sportif, bir olay geçti başımdan. Bizim Dragos’taki evin yanında boş bir arsa var, önü resmen çöplük, kibarlara yani. Çoğu ecnebi olmak üzere konserve kutuları, Amerikan çaputları falan filan… aşağı mahallelerden gelen çoluk çocuğun talanından arta kalsa da hayli bir yekün. Çöplük resmetmeyi aklına takmış ressamlara salık veririm, renkli mi renkli, civciv mi civciv bir konu… Arsanın başka bir yararı daha var, gerileri bekçilerin ineklerine otlak. Baharın ne güzeldi inekler, yemyeşil otların arasında hışır hışır. Şimdilerde başları darda, sararmış dikenler içinde. Aksilik bu ya, ben de duvarın dibine günebakanlar diktiydim şirinlik olsun diye. Güneşliğini severim onların. Mallar, haklılar gerçi, musallat oldular benim sarı sıcaklarıma. Sığırtmaç da, domuzluğundan herhal, hayvanları kaçırmışlığa yatıyor. Olan bizim günebakanlara oluyor. Dedim a, tam telefon ettikten sonra siz, bi baktık, bir dana güneşten yediği yetmemiş gibi, bahçeye dalmış, ordan burdan hırsızlayıp diktiğim çiçeklere abanmış. Çıkarabilirsen çıkar. Hötzöt, taş, sopa attık fıkarayı dışarı. Açtım sonra telefonu kooperatifin bekçilerine, önümüzde bir otomobil çiğnedi bir danayı, gelin alın! diye. Can havliyle toplaştı bekçi arkadaşlar ya, yaralı dana yok ortada. Arasın dursunlar gayrı… Bu uzun öyküden çıkardığım kıssa mı ne? Ne yazıyorsunuz, nasıl çalışıyorsunuz? Şairliğinizi nasıl sürdürüyorsunuz? diye soruyorsunuz ya, ona yanıt bu! Bu ara ben, kardeşler, davarlara karşı günebakanları korumakla uğraşıyorum…. Ben şiiri ciddiye almıyorum ki zaten, yeter ki şiir beni ciddiye alsın! Davetsiz misafirdir, pat diye gelir o, ya bir afrika menekşesini, ya ölen bir delikanlıyı bahane eder, oturur karşıma, kaldırabilirsen kaldır artık. Baudelaire öyle demiş ya: “Esin dediği gelmesine nasıl olsa gelir, güçlük onu sepetlemektedir…”
Bekleyen belasını da, mevlasını da bulur, demişler. Şiir ki hem beladır, hem mevla, o halde beklemeyi bileceksiniz! Yalnız, beklediğiniz çaktırmadan. Sözgelimi; Taksim Meydan’nın (eskiden ama) ordaki saatin altında sevgilinizi bekler gibi, ortada dolana dolana, ıslık çal… hava alıyormuşsunuz sanki… Saatler saati beklersiniz gelmez kâfir… Ne yapalım, bu sefer olmadı, bidaha sefere… “
Anlaşılacağı üzere; şiirlerini hiçbir kaygı taşımadan o kadar büyük bir rahatlıkla yazmış ki; okurken, okura da bulaşıyor bu rahatlık.
Kendisini anlatmaya bir anısı ile devam edelim;
Kış, soğuk, dışarıda pis bir hava. Cemal Süreya Vagon’da oturuyor. (Vagon, daimi ziyaretçisi Fazıl Hüsnü Dağlarca başta olmak üzere, Kadıköy’de yazar – çizer takımının uğradığı kahvelerden.) Kapıdan içeri Can Yücel giriyor, doğru Süreya’nın masasına yöneliyor ve soluk bile almadan, “Yaz,” diyor, “Türkiye bir Jakonda’dır”.
“Otur” diyor Cemal Süreya, “zaten kâğıt yok yanımda…”
Can Yücel sigara paketini cebinden çıkarıp masaya boşaltıyor, paketin yapıştırılış uçlarını açıp düzlüyor, uzatıyor Cemal Süreya’nın önüne. “Yaz: Türkiye bir Jakonda’dır. Biz şairler, onun burnuna, yüzüne, gözüne çizelen bıyığı silmeye uğraşan uyumu, oyumu, doyumu olmayan bir takım kefereleriz, böyle böyle geberip gideriz.”
1980′lerin hemen başındaki (1982 – 83?) bu sahne Can Yücel ve şiirinin tipik örneği. Söz, meram, ifadenin yanında eda, tavır da öyle: Doğrudan, doğal, doğaçlama mukabele; karşı durma, cevap verme ve müdahale etme. Budur Can Yücel.
Bununla birlikte, cevap verme ve müdahele etme özelliği ile O da sansürlerden fazlası ile nasibini alır. Buna tepkisini de gene şiiri ile göstermiştir;
Türkiye’de en çok basılan kitap
Ne Yaşar,
Ne Aziz,
Ne Kuran-ı Kerim
Türkiye’de en çok basılan eser;
Sansürdür, kardeşim sansür!
Sayısını ben de unuttum baksana;
Bu son derken, bu son
BU SON
Kim bilir kaçıncı baskısı!
Tabi Can Yücel’den bahsedip de babası ile ilişkisinden bahsetmemek olmaz. Eğitimde yaptığı reformlarla bilinen Hasan Ali Yücel’le ilişkisi, baba-oğuldan çok arkadaşça olduğu anlaşılıyor. Ve babasına yazdığı birçok şiiri de bulunmakta. Tabi baba sevgisini ve özlemini anlatan belki de dilimizde yazılmış en güzel dizelerin sahibi de Can Yücel’dir. Bu şiir çoğu kişinin tahmin ettiği gibi; “Ben hayatta en çok babamı sevdim” dir. Bu dizeler de kendisine Can Baba denilmesinin boş oldmadığını göstermektedir. Fakat ben Hasan Ali Yücel’e yazdığı bir şiirle örneklemek istiyorum bu konuyu:
Konuşurduk da babamla bir zamanlar
Siyasetten miyasetten
Halk partisinden…
“Oğlum yüreğim sıkışıyor
Beni öldüreceksin” derdi babam.
Şimdi düşünüyorum da ne o parti var
Ne de babam
Kendimden başka öldürecek…
Can Yücel’in sanatsal yönü sadece şiir de değildir tabi. Aslında sanata bir bakıma çevirilerle başlamıştır. Özellikle Shakespeare, Baudelire gibi yazarların şiirlerini kendine has dili ile çevirmiştir. Özellikle Hamlet’in o ünlü repliği olan “to be or not to be” yani “olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu” diye bilinen bölümünü “bir ihtimal daha var o da ölmek mi dersin” şeklinde çevirir. Bu çeviri ile sanat eleştirmenleri ve gazetecilerden büyük tepki almış fakat geri adım atmamış ve haklılığını gene kendi üslubu ile “O, o…çocuğu Shakespear de Türkçe biliyor olsaydı; O da bu şekilde yazardı.” şeklinde savunmuştur. Bu küfürler her ne kadar Can Baba’yı tanımayan birine tuhaf gelse de, bu kadar çok küfürlü konuşmasını da “ Küfür, işçi sınıfının ağzındaki çiçektir.” Sözü ile açıklamıştır.
Görüldüğü üzere kağıtlara sığmaz hayatı ve şiirleri vardır. Ancak ne mutlu ki ona; hayatının neredeyse hepsini kendi şiirlerine sığdırabilmiştir.
Can Yücel, hayatının büyük bir kısmını da aşık olduğu Datça’da geçirmiş ve burada hayata gözlerini yummuştur. Özellikle kanser olduğunu öğrendikten sonra neredeyse Datça’dan hiç çıkmamıştır. Fakat Datça’ya kapanması kesinlikle üzüntüden değildir. Kanser olduğunu öğrendiğinde sigara paketine gene kendine has uslübu ile dalga geçerek “Konser, konser oldum. Bitmemiş senfoniyi bitirdim.” Yazmıştır. Ve ölüme yaklaştığını anlayınca da mal varlığını şöyle açıklamıştır;
Avşa adasında üç daire, dört üçgen, beş dikdörtgen. / Gökyüzünde bir bulut. / Bitlis’te beş minare./ Biri yazlık, biri kışlık iki platonik sevgili. / Büro mobilyası ve çelik kapı üreten bir fabrikanın öğle üzeri yaslanıp sigara içilen beyaz duvarı. /Islıkla da çalınabilen dört anonim türkü. /Palandöken’de bir palan, iki döken. /Kastamonu’da üç kasto. /Üç fay hattı. /Bir çarşamba, iki perşembe, üç Cuma. /Dünyada mekân./Ahirette iman. /Denizde kum./Uzayda yerçekimsizlik. /Bir çuval gazoz kapağı. /Bir kibrit kutusu sigara izmariti. /On sekiz saç biti./Biri İngilizce 6 adet küfür. /Yirmi tane boş naylon poşet. /Sevenlerin kalbinde kurulmuş bir taht. /Bir sürü saç sakal, kıl, tüy, yün. /Üç ayrı parkta, üç ayrı belediyeye ait üç ayrı banka reklamlı bank./Bir ayakkabı çekeceği. /İki büyük taş kütlesi. /Bir adet ağaç gölgesi. /Üç kuşkanadı sesi. /Bir sürü kedi köpek. /Bir Marmara denizi. /Camına yaslanıp seyredilen iki piliç çevirmeci. /Her akşam karıştırılan dört çöp bidonu. /Çalıp çalıp kaçılan beş melodili apartman zili. /Nakit 15 kuruş. /Anne babadan kalma yarısı yaşanmış bir ömür.
Kanser olduktan sonra sigara ve alkol yasağını dinlemez. Zira onlarsız yaşamak zaten benim ölüm der, içmeye devam eder. Ve bir ağustos günü ayrılır aramızdan; ardında unutulmayacak anılar ve şiirler bırakarak. Son olarak da Nazım Hikmet’in vasiyetine benzer bir şiir bırakır.
Beni kuzum Datça’ya gömün
Geçin Ankara’yı İstanbul’u
Oralar ağzına kadar dolu
Alabildiğini de pahalı,
Örneğin Zincirlikuyu’da
Bir mezar 750 milyona,
Burası nispeten ucuzluk
Ortada kalma tehlikesi de yok,
Hayır dua da istemez,
Dediğim gibi beni Datça’ya gömün
Şu deniz gören mezarlığın orda,
Gömü sanıp deşerlerse karışmam ona
Mutlu Olmak
Mutluluk bütün insanlığın isteklerinin dile getirilmesi olduğundan insanlığın ortak birleşenidir. Hayatın amacı ve en büyük cesarettir.
Özünde ise sevmek ve sevilme, bolluk içinde yaşama isteğine gereksinim duyma yatar. Doğaya akla uygun her türlü kötülükten uzak durarak, kültür düzeyini yükselterek, haz duyma, istediğini elde etme ve amaçlarını gerçekleştirebilmektir.
Sağlık, gerginlikten uzaklaşma huzur, dinginlik ve dengeli olmadır.
Enerjinin bitip tükenmeyeceği duygusuyla, yaşarken farkında olarak, hayatın içinde insanın kendi olabilmesiyle, hiç bir karşılık beklemeden dünyayı, insanları çıkarsızca sevebilmedir. Değer vermesini bilebilmek, kimi zaman bir bebeğin yüzünde, yaşama ışıl ışıl gözlerle bakabilme, insanın yüzünde gülümsemeyi sağlayabilmedir.
Kuş cıvıltısıyla birlikte; çiçekleri sulayabilmektir. Toprağın yağmuru emmesi, ismini yazıp uçurtma yaparak rüzgârlı yerlere tırmanıp uçurabilme, deniz kıyısında oturmadır. Durgun denizde yelkenlileri izlerken, arada bir gökyüzüne bakmak ve kıyıda martıları seyredebilmektir.
Başarmanın coşkusunda ve ufak bir öpücükte, insanın sevdiği mesleği seçebilmesindedir. Öğrencilik döneminde ise sınavlar bittikten sonraki rahatlama, affetmenin büyüklüğünde, yeni bir gündeki doğan güneştedir. Bir şarkının sözünde, bir resmin mavisinde, şiirin dizesinde, fotoğraftaki karededir. Yolda yürürken yaşlı bir insana yardım etme, üzerine düşen sorumlulukları yerine getirerek, harcanan emek sonrası gülümseme ve göz kırpmadır.
İnsanlığa yararlı projeler üretmek ve gerçekleştirmek bilim ve sanat alanında eserler vermek, yücelikleri düşünmek ve karanlıkta kalmayarak insanlara yardımcı olmaktır. Doğru olanları yaptım diyebilerek kula değil yüreğine sorabilmektir. Vicdanen rahat olabilmek insanın içinde bulunduğu ortamda kendisine yönelik hiçbir tehdit baskı ve stres yaşamamasıdır.
Beklenti ve ihtiyaçlarının karşılanması ve yapaylıklardan ve zaman kavramından arınabilme ve hakkını alarak dengeli bir şekilde beslenebilmektir.
Fakat ne yazık ki gelir dağılımındaki adaletsizlik insanlar arasında huzursuzluğa neden olmaktadır. Sistemin söylemi olan tüket ve yaşa; doyma yine tüket, insanı cendere içine almaktadır. Bu nedenle; zor yakalanan mutluluk anları da özel günlerle belirlenmektedir. Sıradan zevkler ve onların yüzeysel mutluluklarıyla yaşamı doldururken insanlarda zengin olma hevesi içersinde yer alırlar. İnsanın bireyselleşerek bencilleşmesi insanın mutsuzluğuna yol açmaktadır.
İnsanlara, mutluluğun nesneler dünyasında olduğu gösterilir. Mutluluk, hayatın içindedir ve dağıtımı yapılmaz. Yalnızca, maddelere bağlı mutluluklar, gelip geçicidir.
Sadece bir gurubun değil bütün insanlığın insanca yaşaması mutlu olmanın kapısını aralatır. Ürettikçe ve paylaştıkça mutluluğu yaratarak, insanın yaşadıkça memnun olması kendisi için değil, kendisinden sonraki gelecekler için dürüstçe çalışabilmesidir.
Özünde ise sevmek ve sevilme, bolluk içinde yaşama isteğine gereksinim duyma yatar. Doğaya akla uygun her türlü kötülükten uzak durarak, kültür düzeyini yükselterek, haz duyma, istediğini elde etme ve amaçlarını gerçekleştirebilmektir.
Sağlık, gerginlikten uzaklaşma huzur, dinginlik ve dengeli olmadır.
Enerjinin bitip tükenmeyeceği duygusuyla, yaşarken farkında olarak, hayatın içinde insanın kendi olabilmesiyle, hiç bir karşılık beklemeden dünyayı, insanları çıkarsızca sevebilmedir. Değer vermesini bilebilmek, kimi zaman bir bebeğin yüzünde, yaşama ışıl ışıl gözlerle bakabilme, insanın yüzünde gülümsemeyi sağlayabilmedir.
Kuş cıvıltısıyla birlikte; çiçekleri sulayabilmektir. Toprağın yağmuru emmesi, ismini yazıp uçurtma yaparak rüzgârlı yerlere tırmanıp uçurabilme, deniz kıyısında oturmadır. Durgun denizde yelkenlileri izlerken, arada bir gökyüzüne bakmak ve kıyıda martıları seyredebilmektir.
Başarmanın coşkusunda ve ufak bir öpücükte, insanın sevdiği mesleği seçebilmesindedir. Öğrencilik döneminde ise sınavlar bittikten sonraki rahatlama, affetmenin büyüklüğünde, yeni bir gündeki doğan güneştedir. Bir şarkının sözünde, bir resmin mavisinde, şiirin dizesinde, fotoğraftaki karededir. Yolda yürürken yaşlı bir insana yardım etme, üzerine düşen sorumlulukları yerine getirerek, harcanan emek sonrası gülümseme ve göz kırpmadır.
İnsanlığa yararlı projeler üretmek ve gerçekleştirmek bilim ve sanat alanında eserler vermek, yücelikleri düşünmek ve karanlıkta kalmayarak insanlara yardımcı olmaktır. Doğru olanları yaptım diyebilerek kula değil yüreğine sorabilmektir. Vicdanen rahat olabilmek insanın içinde bulunduğu ortamda kendisine yönelik hiçbir tehdit baskı ve stres yaşamamasıdır.
Beklenti ve ihtiyaçlarının karşılanması ve yapaylıklardan ve zaman kavramından arınabilme ve hakkını alarak dengeli bir şekilde beslenebilmektir.
Fakat ne yazık ki gelir dağılımındaki adaletsizlik insanlar arasında huzursuzluğa neden olmaktadır. Sistemin söylemi olan tüket ve yaşa; doyma yine tüket, insanı cendere içine almaktadır. Bu nedenle; zor yakalanan mutluluk anları da özel günlerle belirlenmektedir. Sıradan zevkler ve onların yüzeysel mutluluklarıyla yaşamı doldururken insanlarda zengin olma hevesi içersinde yer alırlar. İnsanın bireyselleşerek bencilleşmesi insanın mutsuzluğuna yol açmaktadır.
İnsanlara, mutluluğun nesneler dünyasında olduğu gösterilir. Mutluluk, hayatın içindedir ve dağıtımı yapılmaz. Yalnızca, maddelere bağlı mutluluklar, gelip geçicidir.
Sadece bir gurubun değil bütün insanlığın insanca yaşaması mutlu olmanın kapısını aralatır. Ürettikçe ve paylaştıkça mutluluğu yaratarak, insanın yaşadıkça memnun olması kendisi için değil, kendisinden sonraki gelecekler için dürüstçe çalışabilmesidir.
Bumerang
Günlerdir, gecelerdir deli gibi okuyorum. Giderken avucuma bıraktığın yalnızlığa, satır aralarında yoldaş arıyorum. Her sayfada sen varsın, kelimeler birleşip siluetini çiziyorlar sanki. Unutmak istedikçe, daha da şiddetle dönüyorum yörüngende. Şuursuz bir dönüş bu, anlamsız… Mantıksız… Bir o kadar da inançlı. Kaç Vakit oldu? Kaç kitap bitti son gidişinin ardından. Ve kaç kez istedim içinde “sen” olan bu şehri bu kez “ben” terk etmeyi. Kalmanın, ağzımda bıraktığı kekremsi tadı, giderek söküp atmayı…
Demek sen de salına salına bensiz gidiyorsun
Ey canımın canı…
Okuyorum…
Günlerdir, gecelerdir deli gibi okuyorum. Giderken avucuma bıraktığın yalnızlığa, satır aralarında yoldaş arıyorum. Her sayfada sen varsın, kelimeler birleşip siluetini çiziyorlar sanki. Unutmak istedikçe, daha da şiddetle dönüyorum yörüngende. Şuursuz bir dönüş bu, anlamsız… Mantıksız… Bir o kadar da inançlı. Kaç Vakit oldu? Kaç kitap bitti son gidişinin ardından. Ve kaç kez istedim içinde “sen” olan bu şehri bu kez “ben” terk etmeyi. Kalmanın, ağzımda bıraktığı kekremsi tadı, giderek söküp atmayı…
Tüm bunlar ne vakit düşse aklıma, bir bumeranga dönüşüyorum. Kendimi, kırılmışlığın hızıyla senden ittikçe, tutkunun hızıyla geri gelip, ayaklarının ucuna yığılıyorum. Uzun süremiyor asla bu gidişler, senden kopuşlar. Boşlukta, uzağında dönüp durduğum her an erteliyorum hayatı. Olup bitene, yitip gidene uzaktan bakıp, teğet geçiyorum bedenlere. Sen olmayan her suret yabancı bana, ellerim dokunamaz ki bir başkasına. Gurbetten sana her varışım bayram, sana her temasım hayat benim için. Hayatta kalabilmem, nefes alabilmem için, sensin bana gerek.
Hem ben tıpatıp sana benzerim.
Ağlarsan ağlarım, gülersen gülerim.
Asıl sen varsın ortada.
Ben, senin elinde bir ayna…
Adım attığım yeri görmeden, hızla ilerliyorum sana çıkan yolda. Ayaklarımın altı depremmiş, kanatlarımın ucu kırıkmış, kelimeler cana batıp, bedeni kanatırmış fark eder mi? Deli inatlar, anlamsız gururlar çoktan terk etti beni. Çekimine girmiştim bir kez. Gerisi nafile! Hayat var yolun sonunda, attığım her adım sana. Fakat sen, korktun bu denli koşulsuz şartsız bir aidiyetten. Hayattan sana dönüşümde nasıl çığlık çığlığaysa özüm, sen bir o kadar sessiz, telaşsız ve umursamazsın. Ben, güneşini arayan gündöndü gibi yüzümü çevirdikçe, güneşe inat “gece” olma hevesindesin. Sana yüzümü dönmemem için, bana yüzünü göstermemek için, gitmenin zevkine teslimsin…
Güzel yüzünden kaldır perdeni.
Böyle konuşturmayı yakıştırma bana.
Taş gibi katıysa senin kalbin,
Bak benim kalbim yanmış, ateş haline gelmiş.
Tüm bunlara rağmen ben, olduğun her yerde yitiriyorum aslımı. Seni gördüğüm an, ruhun himayesinde, tutkunun aleviyle akışkanlaşan beden, karışıyor bedenine, böylece tamamlanıyor yüzyıllardan beri yarım kalmış yapboz. Sen varsın, yanı başında da ben ve ahenkle kırmızı bir karanfil açıyor her iki bedenden. Yalınlığın tablosu bu… Aşkın ve hayatın…
Sonsuz uyumun tablosuyla zıtlaşan sen, uyumsuzlaştın yine sarı bir hazan sabahı. Tanrı, sanki o gün büyük bir lanetle yolladı ışığını üstümüze. Ve o günışığı bulup çıkardı, yıllardan beri içinde hep var olan fakat aklının en karanlık odasına hapsolmuş, çıkacağı günü bekleyen “yenilik merakını”. Karanlıkta körelmeye yüz tutmuş bütün düşünceler, keskin bir ışık huzmesinin altında kaçışmaya başlayınca oradan oraya, yine onlara dahil olmaktan koruyamadın kendini. Büyük bir ahenkle tamamlanmış olan yapbozun en büyük parçası olan “seni” alıp heyecandan buz kesmiş avucuna saklayarak çıktın yola.
Yol uzun…
Yol yaban…
Yol soğuk…
Ve bir yılan gibi kıvrımlıydı yol…
Gittiğinde, her karesi donup kalan hayat, geri dönüşünle eriyecek ve devam edecekti kaldığı yerden akarak, yeni sulara karışmaya. Farkındaydın gitmenle, yitmemin eş değer olduğunu. Anlamsız hayatın anlamını, adınla bulduğumu! Ama gittin… Türküler sustu ardından kim bilir kaçıncı kez, çocuklar duruldu ve tövbe etti yürekler bir daha sevdalanmaya.
Ne yazık bu yola bilmeden, rast gele girene
Sen ey gideceğin yolu bilen,
Sen ey yolumun ışığı, ey benim değneğim
Bensiz gitme istemem
“Günaha davet” derler keşfetme merakı için. Yeni tatlar, yeni sesler, yeni renkler büyük haz verir insana. Her sokağını tanıdığın memleket, her motifini bildiğin desen ve her hücresini ezberlediğin beden sıradanlaşınca, “hazzın” vazgeçilmez dürtüsüne karşı koymak imkansızdır artık ve başlarsın delice “yeniyi” aramaya. İsteyerek çıktığın fakat iklimine yabancı olduğun o topraklarda hayata tutunmaya çalışan bir filizsin sen şimdi. Önüne çıkan her gülüşte, her dokunuşta ve her tende, muhtaç olduğu can suyunu arayan bir filiz. İşte tam bu an depreşiyor bendeki “gitme” isteği. Ama dedim ya bumeranga dönüşüyorum sanki elinde. Ne kadar hızla itersem iteyim kendimi nafile! Son durağım sensin her daim.
Aşkın şehvet kırmızısı değil durmadan beni sana çeken… Hasret duyulan oğlun bembeyaz yüzü, uzaklarda ki kardeşe duyulan özlemin en mavisi, tamamlanan yapboz içinde can bulan morun sonsuz huzuru ve kelimelerin yittiği siyahın en koyusu belki… Kim bilebilir? Tüm bu deli karmaşanın içinde, ruh sadece yanındayken dengede… Kelimeler anlamsız o an, silik tüm renkler. Şimdi ne eksiksin benden, ne de fazla… Sen bensin, bende sen. İşte bu asıl olan!
Ben bir denizim demedim mi sana?
Sen bir balıksın demedim mi?
Demedim mi o kuru yerlere gitme sakın.
Senin duru denizin benim demedim mi?
Çıktığın keşf-i âlemde, yanlış insanlarda hoyratça hırpalanıp, oradan oraya savruluyorsun. Savruldukça duvarlara çarpıyor, her çarpışta daha da kanıyorsun. Tüm bu yaşananlara inat, bitmedi ve bitmeyecek sonsuz merakın. Durduğun her ten, tozla kaplıyor yapraklarını, dokunduğun her beden daha da çürütüyor köklerini. Yavaş yavaş ölüyorsun. İşin garibi bu ölümün her saniyesini hissediyorsun. Sana hayat verecek olan can suyunun, avuçlarımda olduğunu bilmene rağmen yavaşlatıyorsun dönüş adımlarını.
Öylesine örselemişsin, öylesine korkutmuşsun ki, toprağa sıkıca tutunup, sevdayla bağlanmaktansa ölüme gitmeyi tercih ediyor aslın. Yokluğunda bir can gidiyormuş umurunda mı? Elinde yapbozun kayıp parçası, gördüğün her kuytuda mola verip, erteliyorsun seninle birlikte yaşanmışlığa dair ne varsa.
…Oysa
…Bilsen ki;
…Ben
…Sana
…“Hayatı”
… Vaat etmiştim.
Bir deniz kesilen gözlerimin kıyısında,
Bir aşk ovasını görmüştün hani.
Safran dallarıyla, Ağustos gülleriyle sarmaş dolaş.
Bunu unutma… Hatırla ama!
* Yazıdaki dörtlükler, Mevlana Celaleddin Rumi’ye ait olup, A. Kadir çevirisiyle “Bugünün Dilinde Mevlana” adlı eserden alıntılanmıştır.
Demek sen de salına salına bensiz gidiyorsun
Ey canımın canı…
Okuyorum…
Günlerdir, gecelerdir deli gibi okuyorum. Giderken avucuma bıraktığın yalnızlığa, satır aralarında yoldaş arıyorum. Her sayfada sen varsın, kelimeler birleşip siluetini çiziyorlar sanki. Unutmak istedikçe, daha da şiddetle dönüyorum yörüngende. Şuursuz bir dönüş bu, anlamsız… Mantıksız… Bir o kadar da inançlı. Kaç Vakit oldu? Kaç kitap bitti son gidişinin ardından. Ve kaç kez istedim içinde “sen” olan bu şehri bu kez “ben” terk etmeyi. Kalmanın, ağzımda bıraktığı kekremsi tadı, giderek söküp atmayı…
Tüm bunlar ne vakit düşse aklıma, bir bumeranga dönüşüyorum. Kendimi, kırılmışlığın hızıyla senden ittikçe, tutkunun hızıyla geri gelip, ayaklarının ucuna yığılıyorum. Uzun süremiyor asla bu gidişler, senden kopuşlar. Boşlukta, uzağında dönüp durduğum her an erteliyorum hayatı. Olup bitene, yitip gidene uzaktan bakıp, teğet geçiyorum bedenlere. Sen olmayan her suret yabancı bana, ellerim dokunamaz ki bir başkasına. Gurbetten sana her varışım bayram, sana her temasım hayat benim için. Hayatta kalabilmem, nefes alabilmem için, sensin bana gerek.
Hem ben tıpatıp sana benzerim.
Ağlarsan ağlarım, gülersen gülerim.
Asıl sen varsın ortada.
Ben, senin elinde bir ayna…
Adım attığım yeri görmeden, hızla ilerliyorum sana çıkan yolda. Ayaklarımın altı depremmiş, kanatlarımın ucu kırıkmış, kelimeler cana batıp, bedeni kanatırmış fark eder mi? Deli inatlar, anlamsız gururlar çoktan terk etti beni. Çekimine girmiştim bir kez. Gerisi nafile! Hayat var yolun sonunda, attığım her adım sana. Fakat sen, korktun bu denli koşulsuz şartsız bir aidiyetten. Hayattan sana dönüşümde nasıl çığlık çığlığaysa özüm, sen bir o kadar sessiz, telaşsız ve umursamazsın. Ben, güneşini arayan gündöndü gibi yüzümü çevirdikçe, güneşe inat “gece” olma hevesindesin. Sana yüzümü dönmemem için, bana yüzünü göstermemek için, gitmenin zevkine teslimsin…
Güzel yüzünden kaldır perdeni.
Böyle konuşturmayı yakıştırma bana.
Taş gibi katıysa senin kalbin,
Bak benim kalbim yanmış, ateş haline gelmiş.
Tüm bunlara rağmen ben, olduğun her yerde yitiriyorum aslımı. Seni gördüğüm an, ruhun himayesinde, tutkunun aleviyle akışkanlaşan beden, karışıyor bedenine, böylece tamamlanıyor yüzyıllardan beri yarım kalmış yapboz. Sen varsın, yanı başında da ben ve ahenkle kırmızı bir karanfil açıyor her iki bedenden. Yalınlığın tablosu bu… Aşkın ve hayatın…
Sonsuz uyumun tablosuyla zıtlaşan sen, uyumsuzlaştın yine sarı bir hazan sabahı. Tanrı, sanki o gün büyük bir lanetle yolladı ışığını üstümüze. Ve o günışığı bulup çıkardı, yıllardan beri içinde hep var olan fakat aklının en karanlık odasına hapsolmuş, çıkacağı günü bekleyen “yenilik merakını”. Karanlıkta körelmeye yüz tutmuş bütün düşünceler, keskin bir ışık huzmesinin altında kaçışmaya başlayınca oradan oraya, yine onlara dahil olmaktan koruyamadın kendini. Büyük bir ahenkle tamamlanmış olan yapbozun en büyük parçası olan “seni” alıp heyecandan buz kesmiş avucuna saklayarak çıktın yola.
Yol uzun…
Yol yaban…
Yol soğuk…
Ve bir yılan gibi kıvrımlıydı yol…
Gittiğinde, her karesi donup kalan hayat, geri dönüşünle eriyecek ve devam edecekti kaldığı yerden akarak, yeni sulara karışmaya. Farkındaydın gitmenle, yitmemin eş değer olduğunu. Anlamsız hayatın anlamını, adınla bulduğumu! Ama gittin… Türküler sustu ardından kim bilir kaçıncı kez, çocuklar duruldu ve tövbe etti yürekler bir daha sevdalanmaya.
Ne yazık bu yola bilmeden, rast gele girene
Sen ey gideceğin yolu bilen,
Sen ey yolumun ışığı, ey benim değneğim
Bensiz gitme istemem
“Günaha davet” derler keşfetme merakı için. Yeni tatlar, yeni sesler, yeni renkler büyük haz verir insana. Her sokağını tanıdığın memleket, her motifini bildiğin desen ve her hücresini ezberlediğin beden sıradanlaşınca, “hazzın” vazgeçilmez dürtüsüne karşı koymak imkansızdır artık ve başlarsın delice “yeniyi” aramaya. İsteyerek çıktığın fakat iklimine yabancı olduğun o topraklarda hayata tutunmaya çalışan bir filizsin sen şimdi. Önüne çıkan her gülüşte, her dokunuşta ve her tende, muhtaç olduğu can suyunu arayan bir filiz. İşte tam bu an depreşiyor bendeki “gitme” isteği. Ama dedim ya bumeranga dönüşüyorum sanki elinde. Ne kadar hızla itersem iteyim kendimi nafile! Son durağım sensin her daim.
Aşkın şehvet kırmızısı değil durmadan beni sana çeken… Hasret duyulan oğlun bembeyaz yüzü, uzaklarda ki kardeşe duyulan özlemin en mavisi, tamamlanan yapboz içinde can bulan morun sonsuz huzuru ve kelimelerin yittiği siyahın en koyusu belki… Kim bilebilir? Tüm bu deli karmaşanın içinde, ruh sadece yanındayken dengede… Kelimeler anlamsız o an, silik tüm renkler. Şimdi ne eksiksin benden, ne de fazla… Sen bensin, bende sen. İşte bu asıl olan!
Ben bir denizim demedim mi sana?
Sen bir balıksın demedim mi?
Demedim mi o kuru yerlere gitme sakın.
Senin duru denizin benim demedim mi?
Çıktığın keşf-i âlemde, yanlış insanlarda hoyratça hırpalanıp, oradan oraya savruluyorsun. Savruldukça duvarlara çarpıyor, her çarpışta daha da kanıyorsun. Tüm bu yaşananlara inat, bitmedi ve bitmeyecek sonsuz merakın. Durduğun her ten, tozla kaplıyor yapraklarını, dokunduğun her beden daha da çürütüyor köklerini. Yavaş yavaş ölüyorsun. İşin garibi bu ölümün her saniyesini hissediyorsun. Sana hayat verecek olan can suyunun, avuçlarımda olduğunu bilmene rağmen yavaşlatıyorsun dönüş adımlarını.
Öylesine örselemişsin, öylesine korkutmuşsun ki, toprağa sıkıca tutunup, sevdayla bağlanmaktansa ölüme gitmeyi tercih ediyor aslın. Yokluğunda bir can gidiyormuş umurunda mı? Elinde yapbozun kayıp parçası, gördüğün her kuytuda mola verip, erteliyorsun seninle birlikte yaşanmışlığa dair ne varsa.
…Oysa
…Bilsen ki;
…Ben
…Sana
…“Hayatı”
… Vaat etmiştim.
Bir deniz kesilen gözlerimin kıyısında,
Bir aşk ovasını görmüştün hani.
Safran dallarıyla, Ağustos gülleriyle sarmaş dolaş.
Bunu unutma… Hatırla ama!
* Yazıdaki dörtlükler, Mevlana Celaleddin Rumi’ye ait olup, A. Kadir çevirisiyle “Bugünün Dilinde Mevlana” adlı eserden alıntılanmıştır.
Umut
Umut, ailesiyle beraber Çukurova’nın kavurucu sıcaklarından bozkırın serin şehri Başkent Ankara’ya taşındıklarında henüz 8 yaşındaydı. İlkokul kaydını Adana’daki “Altınkoza ilköğretim okulu” na yaptıktan kısa bir süre sonra, babasının tayininin Ankara’ya çıkması üzerine, henüz sınıf arkadaşlarının ismini dahi öğrenemeden Ankara’nın yolunu tutmuşlardı. Kendisinden ikişer yıl arayla küçük olan kardeşlerinin sorumluluğu da daha o yaşta omuzlarına bindirilmişti. *Bir taraftan hafta sonları babasının belediyeden kiraladığı simit büfesinin başında duruyor, diğer yandan hafta içi her gün 20 dakikalık yürüme mesafesindeki İlköğretim Okuluna yürüyordu. Umut bir erkek öğrenci olarak başarılı olursa küçük kız ve erkek kardeşleri de okula gönderilecek, *başarısızlığı durumunda ise diğer kardeşlerinin de okul yolu hepten kapanmış olacaktı. Onca koşuşturma arasında farkında olmadan onlar için böylesine ağır bir görev yüklenmişti. Bazen okul yolunda kendi kendine konuşuyor, gelecekle ilgili hayaller kuruyor, taşıdığı sorumluluklardan dolayı kaderine isyan ediyordu. *
Soğuk Ankara’nın Sobalı evlerinde, okul yolu boyunca üşüyen parmaklarını akşam eve döndüğünde soba başında ısıtmaya çalışıyordu. Soğuktan Al al oluyordu yanakları. Kenarları su çeken emektar ayakkabısıyla koca bir kışı geçirmişti Umut. Başlarda ayakkabısı onu taşırken son zamanlarda o ayağındaki ayakkabısını sürükleyip duruyordu okul yolunda. Ama her şeye rağmen dersleri iyiydi. Sınıfın çalışkanlarındandı Umut. İmkânsızlıklara rağmen başarılı olması, öğretmenini gururlandırıyor, pek çok arkadaşı arasında örnek öğrenci olarak gösteriliyordu. İlköğretim okulunun son sınıfında, okullar arası bilgi yarışmasında, okulunu başarıyla temsil eden dört başarılı öğrenciden biriydi.
*
Sınıfta Umut isminde bir de kız öğrenci vardı. Adanalı Umut’un Başarılarını çekemeyen bazı öğrenciler, teneffüslerde okul bahçesinde arkadaşlarıyla oynarken ona *“Kız Umut” diye takılıyorlardı. Adana sokaklarında, pamuk tarlalarında hayatı öğrenip, delikanlılığa özenen umut bundan çok rahatsız oluyor bu yüzden çoğu kez kızgınlıkla arkadaşlarını kovalayıp duruyordu.
Yıllar geçtikçe, Hayat koşulları düzeleceğine daha da ağırlaşmış, sıkıntılar; annesiyle babasının omuzlarını biraz daha öne düşürmüştü. Hızla geçen seneler simsiyah saçlarını adeta kar beyazına dönüştürmüştü. Emeklilik ikramiyesiyle başlarını sokabildikleri bir evleri vardı Allahtan. Oğulları Umut ise kıvırcık saçları atletik yapısı ve uzun boyuyla Gazi Üniversitesi Müzik bölümünün en çok ilgi çeken öğrencilerindendi. 21.baharını yaşayan Umut müzik eğitimi boyunca geceleri çeşitli bar ve Restaurantlar’da sahneye çıkarak hem harçlığını çıkarıyor hem de kıt kanaat geçinen aile bütçesine katkı sağlamaya çalışıyordu. Üniversitedeki hocalarından izinsiz sahne almak istemiyordu ama yaşam koşulları, onu geceleri bar ve Restaurantlarda çalışmaya, para kazanmaya zorluyordu. *Müzik bölümündeki Temel enstrümanları olan Piyanoyla birlikte kemanı da ek çalgı aleti olarak icra ediyordu. Hocalarının karşı çıkmasına rağmen, gizlice Anakaranın Sakarya caddesindeki bar ve Restaurant’larında akşamları keman çalıyor okul harçlığını çıkarmaya çalışıyordu. Okulda aldığı müzik eğitimi ona gece programlarında birlikte sahne aldığı müzisyen arkadaşları arasında üstün bir vasıf ve itibar kazandırıyordu. Hayatı dişiyle tırnağıyla kazandığı için her şeyin değerini erken yaşta kavramıştı. Zamanını iyi kullanmaya çalışıyor, hafta sonlarında pazarcılık yapan memur emeklisi babasının yardımına koşuyordu.
*
Üniversite’nin müzik bölümünü bitirdikten kısa bir süre sonra Ankara il *merkezine tayini çıkmış bu konuda şansı yaver gitmişti. Okulların bitimine kısa bir zaman kala tayin haberini almıştı ama resmi işlemleri tamamlayana kadar okullar kapanmış, tatile girilmişti.
Bu duruma üzülürken mutlu bir haberle morali biraz olsun yerine gelmişti Umut’un. Gece birlikte sahne aldığı solistlerden birine, Almanya’da yaşayan bir organizatörden konser teklifi gelmişti. Oldukça coşkulu geçtiğini duyduğu Türk gecelerinde sahne almak için, solistle birlikte apar topar Almanya’ya gitmişlerdi. Almanya’daki konser, beklediğinin de ötesinde coşkulu geçmiş, ardından Hollanda ve Fransa’ya da davet edilmişlerdi. Aslında sahne işini seviyordu Umut. *Hatta son zamanlarda iyi para da kazanmaya başlamıştı ama o öğretmenlik yapmak istiyordu. Konserlerinin olmadığı serin bir Köln gecesinde, bir akrabasının davetiyle gittiği barda geç saatlere kadar müzik dinlemiş, eğlenmiş sonra da her zamanki gibi gecenin sonuna doğru sahneye davet edilip bir kaç şarkı söylemişti. Tenor bir ses’e sahipti Umut. Kozalak kokulu Çukurova’nın dinginliğini, Adana barajının akşam serinliğini, pamuk tarlalarında çalışan işçilerin haykırışlarını çağrıştıran ılık, hüzünlü bir sese. Daldan dala, tomurcuktan tomurcuğa konan kuşların narin parmakları gibi kemanının perdelerine konar, titretirdi tellerini. Bu titreyiş İnsanın gönül tellerine de eşlik ediyordu. Hüzünle sevincin buluştuğu nağmeler yükselirken kemanından, lirik sesini de ekleyip coşkulu bir aşka dönüştürüyordu müziği. Buram buram memleket toprağı kokuyordu. Mezopotamya sıcaklığı vardı bağrında. Yıllardır yurtdışında yaşayan; insan sohbetlerine susamış gurbetçilerle bir aradaydı. Ağır fabrika işlerinde çalışa çalışa monotonlaşmıştı hayatları. Çoğu eğitimsiz, köyüne, kentine hasret, zaman zaman Almanlar tarafından hor görülen, suskun ve düşünceli bu insanların yüreklerine su serpiyor onlara yaşama sevinci veriyordu Umut’un sesi. Hele masalardan birinde ailesiyle birlikte oturan nehir saçlı, derin bakışlı, selvi boylu bir kız var dı ki ilk görüşte aşık olmuştu. Şarkı okurken gözlerini ayıramamıştı masalarından. Ailesi rahatsız olmasın diye arada bir onlara da bakar gibi yapıyordu ama kıza bakmadan duramıyordu. Kızın da kendisine hayranlıkla baktığının farkındaydı. Nehir saçlı, selvi boylu esmer kız, Program bitiminde sevinçle yerinden kalkıp, masadaki çiçeklerden birini alarak Umut’a uzattı. *Umut’un Eli ayağı birbirine dolanmıştı. Ne söyleyeceğini şaşırmış dilinden yalnızca “teşekkür ederim” sözcükleri dökülüvermişti. Kız da utangaç bir ifadeyle sesinin çok güzel olduğunu, şarkıları duyguyla, coşkuyla okuduğunu belirtmişti. Bir şeyler söylemiş olmak için; “Türkçe konuştuğunuza göre Türkiye’den geldiniz” diye onaylatmak istedi Umut. Sonra cevabı beklemeden “Nerelisiniz”? diye devam etti. “Ankaralıyım, adım Pınar” diye yanıtlamıştı kız… “Almanya’da Hukuk Fakültesinde son sınıfta okuyorum”. Deyip masada bekleyen ailesini fark edip müsaade istedi Pınar…
Program bitiminde işletme sahibiyle derin bir sohbete dalmışlardı… Türkiye’den Almanya’ya ilk gittiğinde büyük sıkıntılar yaşayan ama daha sonra ekonomik durumunu düzeltip iş sahibi olan ve Alman Vatandaşlığını da alarak oranın kültürünü, dilini, kurallarını öğrenip özümseyen Müslüm baba lakaplı işletme sahibi, Umut’u ikna etmek için bir hayli dil dökmüştü. Umut ise o akşam tanıştığı Pınar’ı düşünmekten, konuşmalara yoğunlaşamıyor ve çoğu kez Müslüm babanın bazı sözlerini tekrarlamasını rica etmek durumunda kalıyordu. *Umut’un niçin hala Türkiye’de beklediğini, onun Almanya’ya yerleşmesi gerektiğini, yerleştiği takdirde gündüz müzik dersleri verebileceğini hatta dershanesini açabileceğini ve bu konuda Alman Devleti’nin kendisine çok yardımcı olabileceğini büyük bir heyecanla biraz da abartarak anlatıp duruyordu. Bu konuşma Umut’un da aklında soru işaretleri bırakmıştı o akşam ama asıl aklını başından alan Pınar Olmuştu. Eğer bir müzik merkezi işletirse, belli bir kar seviyesine ulaşana ve diğer işletmelerle rekabet edebilecek düzeye gelene kadar Alman Devleti’nin herhangi bir vergi talebinde bulunmayacağını, bilakis öğrenci başına kendisine ücret ödeyeceğini, Almanların bu anlayışla halkı sanata teşvik etmeye çalıştığını tekrarlayıp duruyordu Müslüm baba.
*
Ertesi sabah; saat 10.00 da kalkacak İstanbul uçağını kaçırmamak için sohbet arasında cep telefonu’nun çalar saatini ayarlamayı ihmal etmemiş, son birasını da yudumladıktan sonra oteline çekilmek üzere Müslüm baba’dan müsaade istemişti. Geleceğe dönük umutlu bir sohbet gerçekleşmişti aralarında. İletişim için Ulaşılabilecek tüm telefon ve elektronik posta adreslerini almış en içten duygularla vedalaşmışlardı.
Türkiye’ye döndükten kısa bir süre sonra Bahçelievler semtine, doğalgazlı güzel bir eve taşınmış, sobalı evlerini de kiraya vermişlerdi. Öğretmen olarak atandığı okul’a büyük bir heyecanla gidip gelmeye başladı. Bir süre sonra Eğitim Sendikasına da üye olup sosyal ve özlük haklarının iyileştirilmesi konusunda çaba gösteren Eğitim emekçilerine destek vererek bu konudaki toplumsal duyarlılığını göstermişti. Bir yılını tamamlayıp asaleti tasdik olduktan sonra yaşam koşulları onu yeniden akşamları Bar ve Restaurantlar’da sahne almaya zorlamıştı. Her Cuma ve Cumartesi akşamları Emek 8. Caddedeki “Kulis” adlı Restaurant’ta dinleyicileriyle buluşuyordu artık. Özel bir dinleyicisi oluşmuştu Umut’un. Opera sanatçıları, öğretmenler, Üniversite öğrencileri, *doktorlar ve çeşitli meslek gruplarından insanlar sık sık Umut ve arkadaşlarını dinlemeye geliyorlardı. Dışardan bakıldığında Umut’un çok renkli bir hayatı olduğu izlenimi vardı ama işin aslı öyle değildi. Gündüz okulda ders verip akşamları saatlerce sahnede kalmak ağır geliyordu ona. Biri lisede diğeri Üniversitede olmak üzere iki kardeşine de o harçlık gönderiyordu. Arkadaşları hafta sonlarını dinlenerek geçirirken o çalışarak bir kat daha yoruluyordu.
Bir gün okuldaki öğle paydosunda, *yemekten sonra, her zamanki gibi *öğretmenler odasına çekildiğinde odadaki televizyon’un olmadığını fark etti.. Öğretmen arkadaşlarına sorduğunda ise “Müdür bey Televizyonu kaldırdı” cevabıyla karşılaşmıştı. O gün bir hafta önce Hükümet ile sendikalar arasında varılan mutabakat sonucunda, Hükümetin yapacağı *memur maaş artışıyla ilgili açıklamalar, *canlı olarak yayınlanacaktı. Ve öğle saatine tam da öğrencilerin dışarıda olduğu öğle paydosuna denk geldiğinden, rahat izleyeceğini düşünerek sevinmişti. Kendilerini yakından ilgilendiren bu haberi Televizyondan izlemek en doğal haklarıydı.* Yan taraftaki boş odaya alınan televizyonu, öğretmen arkadaşlarıyla birlikte açıp haber dinlemeye başladılar. *Tam o sırada hışımla içeri giren müdür yüksek sesle “bu ne saygısızlık! bu ne cüret! ben bu okulda televizyon seyredilmeyecek dememiş miydim? Benim emirlerime karşı mı geliyorsunuz, Televizyon seyredeceğinize çocuklarla ilgilenin. Onları disipline edin.” deyip çalışır vaziyetteki televizyonun elektrik fişini çekti. O arada Müdür bey’in odasından televizyon sesi geliyordu. Öfkesini televizyon fişini çekerek biraz olsun dindirdiği gözlenen Müdür, zoraki bir tavırla konuşmaya devam etti. “Önce siz öğrencilere örnek olacaksınız arkadaşlar”!. Bu durumu soğukkanlılıkla izlemeye çalışan öğretmen arkadaşları, önceden birçok meslektaşlarının haksız yere, apar topar başka okullara gönderilmesine tanık olduklarından temkinli davranıyor, ses çıkarmıyorlardı…
*
Umut daha fazla dayanamayarak, dinlenme saatlerinde, *kendilerini yakından ilgilendiren hükümet açıklamalarını izlemek için Televizyonu açtıklarını izah etmeye başladı. Sözünü tamamlamadan, Müdür lafını keserek “Sen sus Umut hoca, dün bir, bugün iki! Burada büyüklerin dururken sana söz söylemek düşmez kardeşim. Ben amiriniz olarak bu okulda televizyon izlenmesine müsaade etmiyorum. Siz de emirlerime itaat etmek mecburiyetindesiniz!” diye sert bir üslupla azarladı. Umut son derece basit olan bu konu* ile ilgili konuşmaktan, enerjisini tüketmekten rahatsız oluyordu ama basit de olsa bu haksızlığa karşı kayıtsız kalmak istemiyordu. Yeniden; “Bakın müdür bey burada amacımız emirlerinize karşı çıkmak ya da size saygısızlık etmek değil, bizi yakından ilgilendiren bir konu hakkında bilgi sahibi olmak, ayrıca şuan yapılan açıklamalar sizi de yakından ilgilendiriyor. Siz de maaşınıza yapılan zammın miktarını öğrenmek istemez misiniz?.” Bu mantıklı açıklama üzerine Okul müdürü, mağlubiyetin de etkisiyle kızgınlığını belli etmeden Umut’u odasına davet etti. Müdür bey’le birlikte odasına yürüyen Umut, tavrını ve dik duruşunu orada da sergileyince Müdür bey, *samimiyetten uzak, göstermelik bir kibarlıkla Umut’u anladığını ama bir daha emirlerine karşı çıkmaması gerektiğini ve kendisinin öğretmen arkadaşlarının hak ve hukukunu ne kadar koruyup kolladığından söz etmeye başladı. Öğretmen arkadaşlarından aldığı duyumlara göre; Okuldaki yolsuzluklarından ötürü hakkında birkaç kez soruşturma açılan ve her seferinde suçu başka birine atarak paçayı kurtaran bir müdür vardı karşısında.
O gün Müdür Bey, Umut’un bu başkaldırışını aklının bir köşesine yazmış ve kara listeye dâhil etmişti. Umut da Müdür’ün bu ve benzeri tavırlarından rahatsız olmuş, bunun sonucunda da okuldan soğumuş, Almanya’ya gitmeyi ciddiyetle düşünmeye başlamıştı. Bir hafta sonra Pazar günü yapılacak belediye seçimlerinde gözlemcilik yapacak öğretmenler, Cumartesi günü müdür tarafından toplantıya çağrılmıştı. Umut sahne aldığı Kulis Restaurant ta genellikle spor giyiniyordu ve o akşam sahne alacaktı. Öğleden sonraki toplantıdan sonra Kulis’e gideceğinden Kot pantolon ve beyaz gömlekle çıkmıştı evden. Tatil günlerinde genellikle spor giyinirdi Umut. Okula vardığında öğretmen arkadaşlarının resmi giyindiğini görünce şaşkınlığını gizleyemedi. Müdür bey tatil günlerinde bile takım elbise giyilmesini istiyordu. *Durumu fark eden Umut, Toplantı başlar başlamaz kıyafetinin toplantıya uygun olmadığını* ve bundan *ötürü özür dilemek istediğini söylemeye çalışsa da Müdür bey, Sözünü kesip öğretmen arkadaşları önünde onu küçük düşürücü sözlerle azarlamaya başladı. Umut hoca daha fazla dayanamayarak “Bakın Müdür bey! Bugün bizim tatil günümüz ve bu toplantı da resmi bir toplantı değil, sizin isteğiniz üzerine gerçekleşen bir toplantı.* Hafta içinde Yüksek seçim kurulu tarafından bu konuyla ilgili gerek sözlü, gerekse yazılı olarak bilgilendirilmiştik zaten. Hepimiz ne yapacağımızı, nasıl hareket edeceğimizi biliyoruz.” Deyince Müdür, mantıklı bir cevap da verememenin sıkıntısı ve öfkesiyle onu toplantı odasından dışarı çıkartmaya çalıştı. Diğer öğretmenlerin araya girmesiyle toplantı kaldığı yerden devam ettiyse de gerginliğin devam etmesi üzerine kısa bir süre sonra sona erdi ve herkes mutsuz bir yüz ifadesiyle odadan ayrıldı.
*
Pazartesi günü istiklal marşı okunup öğrenciler sınıflarına girdikten sonra Müdür, Umut’u Hoca’yı yeniden odasına çağırmış ve kendisine emre itaatsizlikten uyarı cezası vermişti. Bu cezayı kendisine iletmekle yetinmeyip, Umut hocanın bir devlet memuru olduğunu ve memuriyet kurallarına riayet etmesi gerektiğini ve bu kendisine son uyarı olduğunu sert bir üslupla tembihlemişti. Azarlayıcı nutkunu tamamladıktan sonra Umut sükûnetini korumaya çalışarak, önce kravatını ardından ceketini çıkararak “Evet Müdür bey, Bunlar memuriyeti temsil eden kıyafetler. Bakın ikisini de çıkardım. Artık sivil bir insanım. Şimdi söyleyin bana. Nedir benimle alıp veremediğiniz!, benden ne istiyorsunuz?” bunu duyan müdür şaşkınlık içinde Umut’un sinirlendiğini ve artık zıvanadan çıktığının korkusuyla alttan almaya onu yumuşatmaya çalıştı. Elindeki uyarı zarfını onun göreceği şekilde masasının altındaki *çöp kutusuna attı. “Sen beni yanlış anladın Sevgili hocam. Ben senin memuriyeti iyi öğrenmen için bu uyarıları yapıyorum” diyerek sahte gülücüklerle Umut’un gönlünü almaya çalıştı. Müdür’ün Yaptığı onca kabalık ve azarlamalarından sonra bu samimiyetten uzak, sahte yaklaşımını ciddiye almayan Umut sert bir şekilde kapıyı çarpıp dışarı çıktı.
Umut’un tayini, iki hafta sonra,* başka bir okula çıkmıştı bile. Sahte gülücüklerle onu yanıltmaya çalışan müdür bey o dışarı çıktıktan hemen sonra çöpe attığı uyarı zarfının içindeki yazıyı da ekleyerek, bir üst yazıyla ilgili yerlere *şikayet dilekçesini göndermiş ve türlü iftiralarla tayininin başka bir okula çıkmasına neden olmuştu. Umut, Gittiği okula da pek ısınamamıştı. O arada Almanya”daki işletme sahibi de Umut’u bu sefer tek başına davet etmişti. Almanya’daki İşletmeden çok, *aklı Pınarda kalmıştı Umut’un. *Umut o gece Restaurant’tan ayrılmadan önce; Müslüm babadan, kızın ailesiyle birlikte sık sık mekâna geldiğini Köln de oturduklarını öğrenmişti. Müslüm baba Pınar’ın ailesini iyi tanıdığını söylemişti. Bu tanıma Umut’un Pınarla diyalog kurması için en büyük güvence kaynağıydı.
*
Umut, Bir gün yakın zamanda tayini çıkan yeni okulu’na gidip öğretmen arkadaşlarına istifa edeceğini ve buralardan gideceğini, Türkiye’de daha fazla duramayacağını, durması halinde tayininin başka yerlere çıkabileceğini ve psikolojisinin bunu kaldıramayacağını paylaştı. Öğretmenler bu kararı şaşkınlıkla karşılamışlardı. Kendisine bir süre daha düşünmesi gerektiğini önerdiler. Okul’a geldiği günden beri istiklal marşını teypten çaldırırken ses cami amfilerini andıran hoparlörlerden, son derece rahatsız edici bir şekilde geliyordu. Defalarca okul müdürüne söylediği halde,* *amfiler değiştirilmemişti. İyi niyetle kendi imkânlarıyla tamir ettirmiş ama yine de Müdür bey’e yaranamamıştı. Bu ve benzeri bir iki olay onu bu okuldan ve meslekten soğutmuştu. Aklı Almanya’da okuyan Pınar ile Müslüm baba’nın iş teklifindeydi. Öğretmen arkadaşları kalması yönünde ikna etmeye çalıştılar ama başaramayacaklarını anladıklarından bu konuda daha fazla ısrarcı olmadılar.
Umut; uğruna dört yıl okuduğu öğretmenlikten buruk ama adı gibi umutlu bir şekilde henüz iki yılı dolmadan ayrılıyordu çok sevdiği öğretmenlikten. Önceden yazdığı istifa dilekçesini Müdür bey’e verip okuldan ayrılmıştı. Soğukkanlılıkla Dilekçesini paraflayan Okul Müdürü, dilekçeyi işleme koyacağını ve sonuç hakkında en kısa zamanda kendisini arayacağını söylemişti.
*
20 gün sonra Umut’a istifa dilekçesinin kabul edildiğini ve herhangi bir tazminat ödenmeksizin bir buçuk yıl kadar süren öğretmenlik serüvenin sona erdiğini belirten resmi yazı ulaşmıştı. Bu arada kulis’te çıktığı sahne günlerini 3’e çıkarmış hafta içi de başka Restaurantlar’dan teklifler almıştı. Ayrıca kulağı Almanya’dan gelecek son haberdeydi. Bunun için ailesini ikna etmek bir hayli zor olmuştu.
Bir ay sonra Almanya’dan kendisine davet gelmişti. Önce kendisi gidecek, oraya yerleştikten ve düzenini kurduktan kısa bir süre sonra da ailesini yanına çekecekti. O da olmazsa, bir miktar para kazandıktan sonra Türkiye’de kendi işini kurmak için geri dönecekti. Kafasında müzik aletleri satılan aynı zamanda ses kayıt stüdyosu olarak işletebileceği bir mekân açmayı düşünüyordu. Bunu yapmak için de bir hayli paraya ihtiyacı vardı.
*
Almanya hava alanına indiğinde, Restaurant sahibi Müslüm baba çoktan bekleme salonundaki yerini almış yolunu gözlemekteydi. Müslüm baba, *Umut hoca’yı İlk gün evlerine davet etmiş, akşam derin bir sohbete dalmışlardı. Umut gelmeden önce tanıtım broşürleri basılmış sahne alacağı gün belirlenmiş ve biletlerin büyük bir kısmı satılmıştı. İlk olarak Pınar’ı sormuştu Umut. Bu konuda biraz canını sıkacak bir haber almıştı. Ama neyse ki geçici bir durumdu bu. Pınar, aynı gün,* *Hollanda’da yaşayan Amcasının Ölümü üzerine ilk uçakla oraya uçmuştu.
*
Umut, Müslüm babanın da katkılarıyla; Köln’de küçük bir ev kiralamış yavaş yavaş düzenini kurmaya başlamıştı. Bir yandan Gece geç saatlere kadar bar programı yapıyor gündüzleri de dil öğrenmek için özel Almanca dersleri alıyordu. Akşamları program yaptığı restauranta gelen dinleyicilerle, öğrendiği birkaç sözcükle iletişim kurmaya çalışıyordu. Başlarda kurduğu cümlelerle gülüşmelere neden oluyordu ama bu duruma bozulsa da belli etmemeye çalışıyordu. Eninde sonunda öğrenecekti bu dili. Gündüz öğrendiği grameri akşam da pratikle destekleyince hızla öğreniyordu ilerletiyordu Almancasını. 4 ay kadar sonra epey mesafe kat etmişti. Başlangıçta bazı ırkçı almanlar tarafından dışlanmış, hor görülmüştü ama aldığı 4 aylık dil eğitimi bile hareket alanını genişletmiş, derdini anlatmasına yardımcı olmuştu. Üstelik Almanların ünlü klasik müzik sanatçılarının eserlerini ustalıkla çalıyordu. Kurs bitiminde Öğleden sonraları boşa çıkmıştı. Almanya’daki gurbetçi ailelerin çocuklarına keman ve piyano dersleri vermek için randevu saatleri belirlemeye başlamıştı bile. Böylelikle geceleri bar programı yapıyor, gündüzleri ise Öğleden sonra zaman zaman öğrencilere özel piyano ve keman dersleri veriyordu. Almanya’da Umut ismi, Her geçen gün biraz *daha duyulmaya başlandı. Yakın ülkelerde düzenlenen Türk geceleri için sıkça davetler alıyordu artık. Bir süre sonra Fransa, Hollanda, Belçika gibi ülkelerden, *“en çok sevilen ve dolayısıyla çağrılan sanatçı” unvanına sahip olmuştu.
*
Bir yıl ne de çabuk geçmişti. Bu süre içinde ailesiyle sık sık telefonlaşmış, onlara para göndermeyi ihmal etmemişti.
*
Bu arada Pınar birkaç kez Türkiye’ye gitmiş ailesine Umut’tan söz etmişti. Umut da hem Pınar’ın Anne babasıyla tanışmak istiyor, hem de* Türkiye’deki Annesini, babasını ve üniversitede okuyan iki kardeşini görmek için sabırsızlanıyordu. Ama asıl sabırsızlandığı konu Pınar’a Annesinin Babasının elini öptürmekti. Üstelik Pınar’ın Anne-babası da Ankara’da ikamet ediyordu. Pınar burslu olarak kazandığı Almanya’nın Köln şehrindeki Hukuk Fakültesini başarıyla bitirmiş şimdi de mastır yapıyordu.
*
Bir hafta öncesinden alışveriş yapmaya başlamıştı Umut. Kardeşleri için birer çift ayakkabı ile son model birer cep telefonu almıştı. Babasına da Almanya’nın en iyi viskisinden birkaç şişe ile birkaç paket fındıklı çikolata ile mideyi etkilemeyen bir kutu aspirin almıştı. Annesine pratik mutfak robotu ile kemik erimesine karşı çeşitli kalsiyum sandozlar ve rahat edebileceği ortopedik birer çift ayakkabı almıştı.
*
Pınar da ailesi için benzer hediyeler almıştı. ikisi de Hava alanına 3-4 Valiz ile gelmişlerdi.
*
Müslüm baba da Umut’u uğurlamak için havaalanındaydı. Kardeşi kadar seviyordu Umut’u. Şimdi en az onun kadar sevdiği bir kardeşi daha vardı. Pınar da ona saygı duyuyordu. Aralarındaki sevgi saygı azalmamış bilakis artmıştı. Umut Müslüm babayı Müslüm baba da Umut’u mahcup etmemişti. İkisi de işlerini layıkıyla yerlerine getirmiş iyi paralar kazanmışlardı. Müslüm baba servetine servet katmış, Umut da bir yıl kadar kısa bir sürede düzenini kurmuştu.
*
Uçak havalandığında, Umut ile Pınar’ın coşkusu volkanlar gibiydi. Türkiye’ye iniş yapacakları anı heyecanla bekliyorlardı. Aileler dört gözle yollarını gözlüyordu. Hava alanına indiklerinde iki ailenin bir arada olmasının mutluluğu ve heyecanı gözlerinden okunuyordu. Umut Uçağın orta kısmındaki sağ koridorda, pencere kenarında oturuyordu. Pınar için ise yanlışlıkla arka koltuk için bilet alınmıştı. Pınar, değişiklik için önce yanındaki bey’den rica etti. Yanındaki beyin kabul etmesi üzerine hostese seslenip ilerdeki sağ koridorda, cam kenarında oturan arkadaşının yanına geçmek istediğini söyledi. Hostesin gidip konuşması ve erkek arkadaşının yanındaki beyin de kabul etmesi üzerine değişiklik yapıldı ve Pınar yanındaki bey’e teşekkür edip Umut’un yanına geçti. Böylelikle yan yana, el ele Türkiye’ye uçuyorlardı.
*
Uçak İstanbul semalarına yaklaştığında ani ve sert bir sarsıntı geçirmenin etkisiyle yolcular büyük bir korkuya kapıldı. Yeniden bir sarsıntı oluştu ve uçakta yoğun bir panik yaşanmaya başlandı. Hostesler koşuşturmaya, yolcular çığlık atmaya başladılar. Uykuya dalmış bazı yolcular gözlerini çığlıklarla ve sağa sola savrularak, ara koridora düşmüş bir halde açmışlardı. Umut ile Pınar birer elleriyle ön koltuklarıyla tutunmaya çalışıyor diğer elleriyle de bırakmamacasına birbirlerine sarılmışlardı. Birkaç yolcunun kafasına, Uçağın açık unutulan bir iki rafından, çantalar valizler düşmüştü. Bu arada yolcuların oturdukları yerlerin üst tarafındaki Oksijen maskeleri ünlerine sarkmış, herkes maskesini takmanın telaşı içindeyken birden büyük bir patlamayla yere çakıldıklarını fark ettiler. Uçağın ön kısmı sert bir şekilde yere çarpmış, gövdesi yarısından itibaren ayrılmış, her taraf toz duban bulutuna dönmüştü. Umut’un Alnına sert bir cisim çarpmış kaşları arasından akan kan burnundan yüzüne, , gömleğine akıyordu. Pınar yarı baygın vaziyette ona sesleniyordu. Ön ve orta koltuklar parçalanmış insanlar sağa sola savrulmuş birer cansız varlık gibi öylece duruyorlardı. Mucizevi bir şekilde birtek arka tarafta yan yana duran altı kişinin koltuğu ayrılmış ve yumuşak bir zeminin üzerine düşmüştü. Uzaktan gelen siren ve ambulans sesleriyle biraz daha uyanıp neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. İkisi de birbirine yakın uzak bir yerde kırık koltuklarıyla birlikte öylece duruyorlardı. Yanı başlarında inleyen ve henüz yaşadıkları anlaşılan iki-üç kişi ile az ilerde parçalanmış cesetler duruyordu. Uçağın önemli bir bölümü 40-50 metre uzak bir yere düşmüş ve alev almaya başlamıştı. Alevin sıcaklığını yüzlerinde hissediyorlardı. Bilinci yerinde olan Pınar Ayağını oynatamıyordu ama yüzünde ve vücudunun diğer bölgelerinde bir sakatlık hissetmiyordu. Bir taraftan Yanaşan itfaiye araçları alevler içindeki uçak bölümünü söndürüyor diğer yandan,* Gelen ambulanslardan inen doktor ve sağlık personeli seri bir şekilde ilk müdahalelerini yapmaya çalışıyorlardı. Doktor ve hemşireler, Yerde yatan insanların nabzını ölçüyor, yaşayıp yaşamadıklarını öğrenmeye çalışıyorlardı. Umut ile Pınarın mucizevî bir şekilde yaşadığını gözlemleyen doktorlar ikisini de dikkatlice ve seri bir şekilde ambulans’a aldılar. Her şey bulanık görünüyordu. Kafasında dayanılmaz bir ağrı vardı. Sol kolunu oynattığında derin bir acı çekiyordu. Koluna yapılan iğne ve takılan serumdan sonraki kısmı hatırlamıyordu.
*
Umut, Gözlerini açtığında karşı yatakta Pınarın inlediğini, bir ayağının alçıda olduğunu fark etti. Elini uzatmak istediğinde derin bir acı çekti. Ameliyatla sol omzu yerine alınmış, kaşının üstündeki yaraya 18 dikiş atılmıştı. Ağrısı sızısı olsa da Pınar ile birlikte mucizevî bir şekilde kurtulmanın mutluluğu içindeydi. Yanı başında duran doktor iyi olup olmadığını sorduğunda kısık ama umut dolu bir ses’le iyiyim diyebildi. Doktor dışarıda onlarca gazeteci ve yüzlerce yakınları olduğunu bu konuda şans eseri hayatta kaldıklarını söyledi.* Pınar ile kendisine başarılı müdahaleler yapıldığını ve narkozun etkisi geçtikçe biraz ağrılarının artabileceğini ama iyileşme sürecine göre 2-3 hafta sonra taburcu edileceklerini söylediğini duyar gibi oldu. Umut, karşı yatakta henüz kendine gelemeyen Pınar’ı hayranlıkla izlerken, gözleri gökyüzündeki bulutlar arasından bir görünüp bir kaybolan uçağa daldı
Soğuk Ankara’nın Sobalı evlerinde, okul yolu boyunca üşüyen parmaklarını akşam eve döndüğünde soba başında ısıtmaya çalışıyordu. Soğuktan Al al oluyordu yanakları. Kenarları su çeken emektar ayakkabısıyla koca bir kışı geçirmişti Umut. Başlarda ayakkabısı onu taşırken son zamanlarda o ayağındaki ayakkabısını sürükleyip duruyordu okul yolunda. Ama her şeye rağmen dersleri iyiydi. Sınıfın çalışkanlarındandı Umut. İmkânsızlıklara rağmen başarılı olması, öğretmenini gururlandırıyor, pek çok arkadaşı arasında örnek öğrenci olarak gösteriliyordu. İlköğretim okulunun son sınıfında, okullar arası bilgi yarışmasında, okulunu başarıyla temsil eden dört başarılı öğrenciden biriydi.
*
Sınıfta Umut isminde bir de kız öğrenci vardı. Adanalı Umut’un Başarılarını çekemeyen bazı öğrenciler, teneffüslerde okul bahçesinde arkadaşlarıyla oynarken ona *“Kız Umut” diye takılıyorlardı. Adana sokaklarında, pamuk tarlalarında hayatı öğrenip, delikanlılığa özenen umut bundan çok rahatsız oluyor bu yüzden çoğu kez kızgınlıkla arkadaşlarını kovalayıp duruyordu.
Yıllar geçtikçe, Hayat koşulları düzeleceğine daha da ağırlaşmış, sıkıntılar; annesiyle babasının omuzlarını biraz daha öne düşürmüştü. Hızla geçen seneler simsiyah saçlarını adeta kar beyazına dönüştürmüştü. Emeklilik ikramiyesiyle başlarını sokabildikleri bir evleri vardı Allahtan. Oğulları Umut ise kıvırcık saçları atletik yapısı ve uzun boyuyla Gazi Üniversitesi Müzik bölümünün en çok ilgi çeken öğrencilerindendi. 21.baharını yaşayan Umut müzik eğitimi boyunca geceleri çeşitli bar ve Restaurantlar’da sahneye çıkarak hem harçlığını çıkarıyor hem de kıt kanaat geçinen aile bütçesine katkı sağlamaya çalışıyordu. Üniversitedeki hocalarından izinsiz sahne almak istemiyordu ama yaşam koşulları, onu geceleri bar ve Restaurantlarda çalışmaya, para kazanmaya zorluyordu. *Müzik bölümündeki Temel enstrümanları olan Piyanoyla birlikte kemanı da ek çalgı aleti olarak icra ediyordu. Hocalarının karşı çıkmasına rağmen, gizlice Anakaranın Sakarya caddesindeki bar ve Restaurant’larında akşamları keman çalıyor okul harçlığını çıkarmaya çalışıyordu. Okulda aldığı müzik eğitimi ona gece programlarında birlikte sahne aldığı müzisyen arkadaşları arasında üstün bir vasıf ve itibar kazandırıyordu. Hayatı dişiyle tırnağıyla kazandığı için her şeyin değerini erken yaşta kavramıştı. Zamanını iyi kullanmaya çalışıyor, hafta sonlarında pazarcılık yapan memur emeklisi babasının yardımına koşuyordu.
*
Üniversite’nin müzik bölümünü bitirdikten kısa bir süre sonra Ankara il *merkezine tayini çıkmış bu konuda şansı yaver gitmişti. Okulların bitimine kısa bir zaman kala tayin haberini almıştı ama resmi işlemleri tamamlayana kadar okullar kapanmış, tatile girilmişti.
Bu duruma üzülürken mutlu bir haberle morali biraz olsun yerine gelmişti Umut’un. Gece birlikte sahne aldığı solistlerden birine, Almanya’da yaşayan bir organizatörden konser teklifi gelmişti. Oldukça coşkulu geçtiğini duyduğu Türk gecelerinde sahne almak için, solistle birlikte apar topar Almanya’ya gitmişlerdi. Almanya’daki konser, beklediğinin de ötesinde coşkulu geçmiş, ardından Hollanda ve Fransa’ya da davet edilmişlerdi. Aslında sahne işini seviyordu Umut. *Hatta son zamanlarda iyi para da kazanmaya başlamıştı ama o öğretmenlik yapmak istiyordu. Konserlerinin olmadığı serin bir Köln gecesinde, bir akrabasının davetiyle gittiği barda geç saatlere kadar müzik dinlemiş, eğlenmiş sonra da her zamanki gibi gecenin sonuna doğru sahneye davet edilip bir kaç şarkı söylemişti. Tenor bir ses’e sahipti Umut. Kozalak kokulu Çukurova’nın dinginliğini, Adana barajının akşam serinliğini, pamuk tarlalarında çalışan işçilerin haykırışlarını çağrıştıran ılık, hüzünlü bir sese. Daldan dala, tomurcuktan tomurcuğa konan kuşların narin parmakları gibi kemanının perdelerine konar, titretirdi tellerini. Bu titreyiş İnsanın gönül tellerine de eşlik ediyordu. Hüzünle sevincin buluştuğu nağmeler yükselirken kemanından, lirik sesini de ekleyip coşkulu bir aşka dönüştürüyordu müziği. Buram buram memleket toprağı kokuyordu. Mezopotamya sıcaklığı vardı bağrında. Yıllardır yurtdışında yaşayan; insan sohbetlerine susamış gurbetçilerle bir aradaydı. Ağır fabrika işlerinde çalışa çalışa monotonlaşmıştı hayatları. Çoğu eğitimsiz, köyüne, kentine hasret, zaman zaman Almanlar tarafından hor görülen, suskun ve düşünceli bu insanların yüreklerine su serpiyor onlara yaşama sevinci veriyordu Umut’un sesi. Hele masalardan birinde ailesiyle birlikte oturan nehir saçlı, derin bakışlı, selvi boylu bir kız var dı ki ilk görüşte aşık olmuştu. Şarkı okurken gözlerini ayıramamıştı masalarından. Ailesi rahatsız olmasın diye arada bir onlara da bakar gibi yapıyordu ama kıza bakmadan duramıyordu. Kızın da kendisine hayranlıkla baktığının farkındaydı. Nehir saçlı, selvi boylu esmer kız, Program bitiminde sevinçle yerinden kalkıp, masadaki çiçeklerden birini alarak Umut’a uzattı. *Umut’un Eli ayağı birbirine dolanmıştı. Ne söyleyeceğini şaşırmış dilinden yalnızca “teşekkür ederim” sözcükleri dökülüvermişti. Kız da utangaç bir ifadeyle sesinin çok güzel olduğunu, şarkıları duyguyla, coşkuyla okuduğunu belirtmişti. Bir şeyler söylemiş olmak için; “Türkçe konuştuğunuza göre Türkiye’den geldiniz” diye onaylatmak istedi Umut. Sonra cevabı beklemeden “Nerelisiniz”? diye devam etti. “Ankaralıyım, adım Pınar” diye yanıtlamıştı kız… “Almanya’da Hukuk Fakültesinde son sınıfta okuyorum”. Deyip masada bekleyen ailesini fark edip müsaade istedi Pınar…
Program bitiminde işletme sahibiyle derin bir sohbete dalmışlardı… Türkiye’den Almanya’ya ilk gittiğinde büyük sıkıntılar yaşayan ama daha sonra ekonomik durumunu düzeltip iş sahibi olan ve Alman Vatandaşlığını da alarak oranın kültürünü, dilini, kurallarını öğrenip özümseyen Müslüm baba lakaplı işletme sahibi, Umut’u ikna etmek için bir hayli dil dökmüştü. Umut ise o akşam tanıştığı Pınar’ı düşünmekten, konuşmalara yoğunlaşamıyor ve çoğu kez Müslüm babanın bazı sözlerini tekrarlamasını rica etmek durumunda kalıyordu. *Umut’un niçin hala Türkiye’de beklediğini, onun Almanya’ya yerleşmesi gerektiğini, yerleştiği takdirde gündüz müzik dersleri verebileceğini hatta dershanesini açabileceğini ve bu konuda Alman Devleti’nin kendisine çok yardımcı olabileceğini büyük bir heyecanla biraz da abartarak anlatıp duruyordu. Bu konuşma Umut’un da aklında soru işaretleri bırakmıştı o akşam ama asıl aklını başından alan Pınar Olmuştu. Eğer bir müzik merkezi işletirse, belli bir kar seviyesine ulaşana ve diğer işletmelerle rekabet edebilecek düzeye gelene kadar Alman Devleti’nin herhangi bir vergi talebinde bulunmayacağını, bilakis öğrenci başına kendisine ücret ödeyeceğini, Almanların bu anlayışla halkı sanata teşvik etmeye çalıştığını tekrarlayıp duruyordu Müslüm baba.
*
Ertesi sabah; saat 10.00 da kalkacak İstanbul uçağını kaçırmamak için sohbet arasında cep telefonu’nun çalar saatini ayarlamayı ihmal etmemiş, son birasını da yudumladıktan sonra oteline çekilmek üzere Müslüm baba’dan müsaade istemişti. Geleceğe dönük umutlu bir sohbet gerçekleşmişti aralarında. İletişim için Ulaşılabilecek tüm telefon ve elektronik posta adreslerini almış en içten duygularla vedalaşmışlardı.
Türkiye’ye döndükten kısa bir süre sonra Bahçelievler semtine, doğalgazlı güzel bir eve taşınmış, sobalı evlerini de kiraya vermişlerdi. Öğretmen olarak atandığı okul’a büyük bir heyecanla gidip gelmeye başladı. Bir süre sonra Eğitim Sendikasına da üye olup sosyal ve özlük haklarının iyileştirilmesi konusunda çaba gösteren Eğitim emekçilerine destek vererek bu konudaki toplumsal duyarlılığını göstermişti. Bir yılını tamamlayıp asaleti tasdik olduktan sonra yaşam koşulları onu yeniden akşamları Bar ve Restaurantlar’da sahne almaya zorlamıştı. Her Cuma ve Cumartesi akşamları Emek 8. Caddedeki “Kulis” adlı Restaurant’ta dinleyicileriyle buluşuyordu artık. Özel bir dinleyicisi oluşmuştu Umut’un. Opera sanatçıları, öğretmenler, Üniversite öğrencileri, *doktorlar ve çeşitli meslek gruplarından insanlar sık sık Umut ve arkadaşlarını dinlemeye geliyorlardı. Dışardan bakıldığında Umut’un çok renkli bir hayatı olduğu izlenimi vardı ama işin aslı öyle değildi. Gündüz okulda ders verip akşamları saatlerce sahnede kalmak ağır geliyordu ona. Biri lisede diğeri Üniversitede olmak üzere iki kardeşine de o harçlık gönderiyordu. Arkadaşları hafta sonlarını dinlenerek geçirirken o çalışarak bir kat daha yoruluyordu.
Bir gün okuldaki öğle paydosunda, *yemekten sonra, her zamanki gibi *öğretmenler odasına çekildiğinde odadaki televizyon’un olmadığını fark etti.. Öğretmen arkadaşlarına sorduğunda ise “Müdür bey Televizyonu kaldırdı” cevabıyla karşılaşmıştı. O gün bir hafta önce Hükümet ile sendikalar arasında varılan mutabakat sonucunda, Hükümetin yapacağı *memur maaş artışıyla ilgili açıklamalar, *canlı olarak yayınlanacaktı. Ve öğle saatine tam da öğrencilerin dışarıda olduğu öğle paydosuna denk geldiğinden, rahat izleyeceğini düşünerek sevinmişti. Kendilerini yakından ilgilendiren bu haberi Televizyondan izlemek en doğal haklarıydı.* Yan taraftaki boş odaya alınan televizyonu, öğretmen arkadaşlarıyla birlikte açıp haber dinlemeye başladılar. *Tam o sırada hışımla içeri giren müdür yüksek sesle “bu ne saygısızlık! bu ne cüret! ben bu okulda televizyon seyredilmeyecek dememiş miydim? Benim emirlerime karşı mı geliyorsunuz, Televizyon seyredeceğinize çocuklarla ilgilenin. Onları disipline edin.” deyip çalışır vaziyetteki televizyonun elektrik fişini çekti. O arada Müdür bey’in odasından televizyon sesi geliyordu. Öfkesini televizyon fişini çekerek biraz olsun dindirdiği gözlenen Müdür, zoraki bir tavırla konuşmaya devam etti. “Önce siz öğrencilere örnek olacaksınız arkadaşlar”!. Bu durumu soğukkanlılıkla izlemeye çalışan öğretmen arkadaşları, önceden birçok meslektaşlarının haksız yere, apar topar başka okullara gönderilmesine tanık olduklarından temkinli davranıyor, ses çıkarmıyorlardı…
*
Umut daha fazla dayanamayarak, dinlenme saatlerinde, *kendilerini yakından ilgilendiren hükümet açıklamalarını izlemek için Televizyonu açtıklarını izah etmeye başladı. Sözünü tamamlamadan, Müdür lafını keserek “Sen sus Umut hoca, dün bir, bugün iki! Burada büyüklerin dururken sana söz söylemek düşmez kardeşim. Ben amiriniz olarak bu okulda televizyon izlenmesine müsaade etmiyorum. Siz de emirlerime itaat etmek mecburiyetindesiniz!” diye sert bir üslupla azarladı. Umut son derece basit olan bu konu* ile ilgili konuşmaktan, enerjisini tüketmekten rahatsız oluyordu ama basit de olsa bu haksızlığa karşı kayıtsız kalmak istemiyordu. Yeniden; “Bakın müdür bey burada amacımız emirlerinize karşı çıkmak ya da size saygısızlık etmek değil, bizi yakından ilgilendiren bir konu hakkında bilgi sahibi olmak, ayrıca şuan yapılan açıklamalar sizi de yakından ilgilendiriyor. Siz de maaşınıza yapılan zammın miktarını öğrenmek istemez misiniz?.” Bu mantıklı açıklama üzerine Okul müdürü, mağlubiyetin de etkisiyle kızgınlığını belli etmeden Umut’u odasına davet etti. Müdür bey’le birlikte odasına yürüyen Umut, tavrını ve dik duruşunu orada da sergileyince Müdür bey, *samimiyetten uzak, göstermelik bir kibarlıkla Umut’u anladığını ama bir daha emirlerine karşı çıkmaması gerektiğini ve kendisinin öğretmen arkadaşlarının hak ve hukukunu ne kadar koruyup kolladığından söz etmeye başladı. Öğretmen arkadaşlarından aldığı duyumlara göre; Okuldaki yolsuzluklarından ötürü hakkında birkaç kez soruşturma açılan ve her seferinde suçu başka birine atarak paçayı kurtaran bir müdür vardı karşısında.
O gün Müdür Bey, Umut’un bu başkaldırışını aklının bir köşesine yazmış ve kara listeye dâhil etmişti. Umut da Müdür’ün bu ve benzeri tavırlarından rahatsız olmuş, bunun sonucunda da okuldan soğumuş, Almanya’ya gitmeyi ciddiyetle düşünmeye başlamıştı. Bir hafta sonra Pazar günü yapılacak belediye seçimlerinde gözlemcilik yapacak öğretmenler, Cumartesi günü müdür tarafından toplantıya çağrılmıştı. Umut sahne aldığı Kulis Restaurant ta genellikle spor giyiniyordu ve o akşam sahne alacaktı. Öğleden sonraki toplantıdan sonra Kulis’e gideceğinden Kot pantolon ve beyaz gömlekle çıkmıştı evden. Tatil günlerinde genellikle spor giyinirdi Umut. Okula vardığında öğretmen arkadaşlarının resmi giyindiğini görünce şaşkınlığını gizleyemedi. Müdür bey tatil günlerinde bile takım elbise giyilmesini istiyordu. *Durumu fark eden Umut, Toplantı başlar başlamaz kıyafetinin toplantıya uygun olmadığını* ve bundan *ötürü özür dilemek istediğini söylemeye çalışsa da Müdür bey, Sözünü kesip öğretmen arkadaşları önünde onu küçük düşürücü sözlerle azarlamaya başladı. Umut hoca daha fazla dayanamayarak “Bakın Müdür bey! Bugün bizim tatil günümüz ve bu toplantı da resmi bir toplantı değil, sizin isteğiniz üzerine gerçekleşen bir toplantı.* Hafta içinde Yüksek seçim kurulu tarafından bu konuyla ilgili gerek sözlü, gerekse yazılı olarak bilgilendirilmiştik zaten. Hepimiz ne yapacağımızı, nasıl hareket edeceğimizi biliyoruz.” Deyince Müdür, mantıklı bir cevap da verememenin sıkıntısı ve öfkesiyle onu toplantı odasından dışarı çıkartmaya çalıştı. Diğer öğretmenlerin araya girmesiyle toplantı kaldığı yerden devam ettiyse de gerginliğin devam etmesi üzerine kısa bir süre sonra sona erdi ve herkes mutsuz bir yüz ifadesiyle odadan ayrıldı.
*
Pazartesi günü istiklal marşı okunup öğrenciler sınıflarına girdikten sonra Müdür, Umut’u Hoca’yı yeniden odasına çağırmış ve kendisine emre itaatsizlikten uyarı cezası vermişti. Bu cezayı kendisine iletmekle yetinmeyip, Umut hocanın bir devlet memuru olduğunu ve memuriyet kurallarına riayet etmesi gerektiğini ve bu kendisine son uyarı olduğunu sert bir üslupla tembihlemişti. Azarlayıcı nutkunu tamamladıktan sonra Umut sükûnetini korumaya çalışarak, önce kravatını ardından ceketini çıkararak “Evet Müdür bey, Bunlar memuriyeti temsil eden kıyafetler. Bakın ikisini de çıkardım. Artık sivil bir insanım. Şimdi söyleyin bana. Nedir benimle alıp veremediğiniz!, benden ne istiyorsunuz?” bunu duyan müdür şaşkınlık içinde Umut’un sinirlendiğini ve artık zıvanadan çıktığının korkusuyla alttan almaya onu yumuşatmaya çalıştı. Elindeki uyarı zarfını onun göreceği şekilde masasının altındaki *çöp kutusuna attı. “Sen beni yanlış anladın Sevgili hocam. Ben senin memuriyeti iyi öğrenmen için bu uyarıları yapıyorum” diyerek sahte gülücüklerle Umut’un gönlünü almaya çalıştı. Müdür’ün Yaptığı onca kabalık ve azarlamalarından sonra bu samimiyetten uzak, sahte yaklaşımını ciddiye almayan Umut sert bir şekilde kapıyı çarpıp dışarı çıktı.
Umut’un tayini, iki hafta sonra,* başka bir okula çıkmıştı bile. Sahte gülücüklerle onu yanıltmaya çalışan müdür bey o dışarı çıktıktan hemen sonra çöpe attığı uyarı zarfının içindeki yazıyı da ekleyerek, bir üst yazıyla ilgili yerlere *şikayet dilekçesini göndermiş ve türlü iftiralarla tayininin başka bir okula çıkmasına neden olmuştu. Umut, Gittiği okula da pek ısınamamıştı. O arada Almanya”daki işletme sahibi de Umut’u bu sefer tek başına davet etmişti. Almanya’daki İşletmeden çok, *aklı Pınarda kalmıştı Umut’un. *Umut o gece Restaurant’tan ayrılmadan önce; Müslüm babadan, kızın ailesiyle birlikte sık sık mekâna geldiğini Köln de oturduklarını öğrenmişti. Müslüm baba Pınar’ın ailesini iyi tanıdığını söylemişti. Bu tanıma Umut’un Pınarla diyalog kurması için en büyük güvence kaynağıydı.
*
Umut, Bir gün yakın zamanda tayini çıkan yeni okulu’na gidip öğretmen arkadaşlarına istifa edeceğini ve buralardan gideceğini, Türkiye’de daha fazla duramayacağını, durması halinde tayininin başka yerlere çıkabileceğini ve psikolojisinin bunu kaldıramayacağını paylaştı. Öğretmenler bu kararı şaşkınlıkla karşılamışlardı. Kendisine bir süre daha düşünmesi gerektiğini önerdiler. Okul’a geldiği günden beri istiklal marşını teypten çaldırırken ses cami amfilerini andıran hoparlörlerden, son derece rahatsız edici bir şekilde geliyordu. Defalarca okul müdürüne söylediği halde,* *amfiler değiştirilmemişti. İyi niyetle kendi imkânlarıyla tamir ettirmiş ama yine de Müdür bey’e yaranamamıştı. Bu ve benzeri bir iki olay onu bu okuldan ve meslekten soğutmuştu. Aklı Almanya’da okuyan Pınar ile Müslüm baba’nın iş teklifindeydi. Öğretmen arkadaşları kalması yönünde ikna etmeye çalıştılar ama başaramayacaklarını anladıklarından bu konuda daha fazla ısrarcı olmadılar.
Umut; uğruna dört yıl okuduğu öğretmenlikten buruk ama adı gibi umutlu bir şekilde henüz iki yılı dolmadan ayrılıyordu çok sevdiği öğretmenlikten. Önceden yazdığı istifa dilekçesini Müdür bey’e verip okuldan ayrılmıştı. Soğukkanlılıkla Dilekçesini paraflayan Okul Müdürü, dilekçeyi işleme koyacağını ve sonuç hakkında en kısa zamanda kendisini arayacağını söylemişti.
*
20 gün sonra Umut’a istifa dilekçesinin kabul edildiğini ve herhangi bir tazminat ödenmeksizin bir buçuk yıl kadar süren öğretmenlik serüvenin sona erdiğini belirten resmi yazı ulaşmıştı. Bu arada kulis’te çıktığı sahne günlerini 3’e çıkarmış hafta içi de başka Restaurantlar’dan teklifler almıştı. Ayrıca kulağı Almanya’dan gelecek son haberdeydi. Bunun için ailesini ikna etmek bir hayli zor olmuştu.
Bir ay sonra Almanya’dan kendisine davet gelmişti. Önce kendisi gidecek, oraya yerleştikten ve düzenini kurduktan kısa bir süre sonra da ailesini yanına çekecekti. O da olmazsa, bir miktar para kazandıktan sonra Türkiye’de kendi işini kurmak için geri dönecekti. Kafasında müzik aletleri satılan aynı zamanda ses kayıt stüdyosu olarak işletebileceği bir mekân açmayı düşünüyordu. Bunu yapmak için de bir hayli paraya ihtiyacı vardı.
*
Almanya hava alanına indiğinde, Restaurant sahibi Müslüm baba çoktan bekleme salonundaki yerini almış yolunu gözlemekteydi. Müslüm baba, *Umut hoca’yı İlk gün evlerine davet etmiş, akşam derin bir sohbete dalmışlardı. Umut gelmeden önce tanıtım broşürleri basılmış sahne alacağı gün belirlenmiş ve biletlerin büyük bir kısmı satılmıştı. İlk olarak Pınar’ı sormuştu Umut. Bu konuda biraz canını sıkacak bir haber almıştı. Ama neyse ki geçici bir durumdu bu. Pınar, aynı gün,* *Hollanda’da yaşayan Amcasının Ölümü üzerine ilk uçakla oraya uçmuştu.
*
Umut, Müslüm babanın da katkılarıyla; Köln’de küçük bir ev kiralamış yavaş yavaş düzenini kurmaya başlamıştı. Bir yandan Gece geç saatlere kadar bar programı yapıyor gündüzleri de dil öğrenmek için özel Almanca dersleri alıyordu. Akşamları program yaptığı restauranta gelen dinleyicilerle, öğrendiği birkaç sözcükle iletişim kurmaya çalışıyordu. Başlarda kurduğu cümlelerle gülüşmelere neden oluyordu ama bu duruma bozulsa da belli etmemeye çalışıyordu. Eninde sonunda öğrenecekti bu dili. Gündüz öğrendiği grameri akşam da pratikle destekleyince hızla öğreniyordu ilerletiyordu Almancasını. 4 ay kadar sonra epey mesafe kat etmişti. Başlangıçta bazı ırkçı almanlar tarafından dışlanmış, hor görülmüştü ama aldığı 4 aylık dil eğitimi bile hareket alanını genişletmiş, derdini anlatmasına yardımcı olmuştu. Üstelik Almanların ünlü klasik müzik sanatçılarının eserlerini ustalıkla çalıyordu. Kurs bitiminde Öğleden sonraları boşa çıkmıştı. Almanya’daki gurbetçi ailelerin çocuklarına keman ve piyano dersleri vermek için randevu saatleri belirlemeye başlamıştı bile. Böylelikle geceleri bar programı yapıyor, gündüzleri ise Öğleden sonra zaman zaman öğrencilere özel piyano ve keman dersleri veriyordu. Almanya’da Umut ismi, Her geçen gün biraz *daha duyulmaya başlandı. Yakın ülkelerde düzenlenen Türk geceleri için sıkça davetler alıyordu artık. Bir süre sonra Fransa, Hollanda, Belçika gibi ülkelerden, *“en çok sevilen ve dolayısıyla çağrılan sanatçı” unvanına sahip olmuştu.
*
Bir yıl ne de çabuk geçmişti. Bu süre içinde ailesiyle sık sık telefonlaşmış, onlara para göndermeyi ihmal etmemişti.
*
Bu arada Pınar birkaç kez Türkiye’ye gitmiş ailesine Umut’tan söz etmişti. Umut da hem Pınar’ın Anne babasıyla tanışmak istiyor, hem de* Türkiye’deki Annesini, babasını ve üniversitede okuyan iki kardeşini görmek için sabırsızlanıyordu. Ama asıl sabırsızlandığı konu Pınar’a Annesinin Babasının elini öptürmekti. Üstelik Pınar’ın Anne-babası da Ankara’da ikamet ediyordu. Pınar burslu olarak kazandığı Almanya’nın Köln şehrindeki Hukuk Fakültesini başarıyla bitirmiş şimdi de mastır yapıyordu.
*
Bir hafta öncesinden alışveriş yapmaya başlamıştı Umut. Kardeşleri için birer çift ayakkabı ile son model birer cep telefonu almıştı. Babasına da Almanya’nın en iyi viskisinden birkaç şişe ile birkaç paket fındıklı çikolata ile mideyi etkilemeyen bir kutu aspirin almıştı. Annesine pratik mutfak robotu ile kemik erimesine karşı çeşitli kalsiyum sandozlar ve rahat edebileceği ortopedik birer çift ayakkabı almıştı.
*
Pınar da ailesi için benzer hediyeler almıştı. ikisi de Hava alanına 3-4 Valiz ile gelmişlerdi.
*
Müslüm baba da Umut’u uğurlamak için havaalanındaydı. Kardeşi kadar seviyordu Umut’u. Şimdi en az onun kadar sevdiği bir kardeşi daha vardı. Pınar da ona saygı duyuyordu. Aralarındaki sevgi saygı azalmamış bilakis artmıştı. Umut Müslüm babayı Müslüm baba da Umut’u mahcup etmemişti. İkisi de işlerini layıkıyla yerlerine getirmiş iyi paralar kazanmışlardı. Müslüm baba servetine servet katmış, Umut da bir yıl kadar kısa bir sürede düzenini kurmuştu.
*
Uçak havalandığında, Umut ile Pınar’ın coşkusu volkanlar gibiydi. Türkiye’ye iniş yapacakları anı heyecanla bekliyorlardı. Aileler dört gözle yollarını gözlüyordu. Hava alanına indiklerinde iki ailenin bir arada olmasının mutluluğu ve heyecanı gözlerinden okunuyordu. Umut Uçağın orta kısmındaki sağ koridorda, pencere kenarında oturuyordu. Pınar için ise yanlışlıkla arka koltuk için bilet alınmıştı. Pınar, değişiklik için önce yanındaki bey’den rica etti. Yanındaki beyin kabul etmesi üzerine hostese seslenip ilerdeki sağ koridorda, cam kenarında oturan arkadaşının yanına geçmek istediğini söyledi. Hostesin gidip konuşması ve erkek arkadaşının yanındaki beyin de kabul etmesi üzerine değişiklik yapıldı ve Pınar yanındaki bey’e teşekkür edip Umut’un yanına geçti. Böylelikle yan yana, el ele Türkiye’ye uçuyorlardı.
*
Uçak İstanbul semalarına yaklaştığında ani ve sert bir sarsıntı geçirmenin etkisiyle yolcular büyük bir korkuya kapıldı. Yeniden bir sarsıntı oluştu ve uçakta yoğun bir panik yaşanmaya başlandı. Hostesler koşuşturmaya, yolcular çığlık atmaya başladılar. Uykuya dalmış bazı yolcular gözlerini çığlıklarla ve sağa sola savrularak, ara koridora düşmüş bir halde açmışlardı. Umut ile Pınar birer elleriyle ön koltuklarıyla tutunmaya çalışıyor diğer elleriyle de bırakmamacasına birbirlerine sarılmışlardı. Birkaç yolcunun kafasına, Uçağın açık unutulan bir iki rafından, çantalar valizler düşmüştü. Bu arada yolcuların oturdukları yerlerin üst tarafındaki Oksijen maskeleri ünlerine sarkmış, herkes maskesini takmanın telaşı içindeyken birden büyük bir patlamayla yere çakıldıklarını fark ettiler. Uçağın ön kısmı sert bir şekilde yere çarpmış, gövdesi yarısından itibaren ayrılmış, her taraf toz duban bulutuna dönmüştü. Umut’un Alnına sert bir cisim çarpmış kaşları arasından akan kan burnundan yüzüne, , gömleğine akıyordu. Pınar yarı baygın vaziyette ona sesleniyordu. Ön ve orta koltuklar parçalanmış insanlar sağa sola savrulmuş birer cansız varlık gibi öylece duruyorlardı. Mucizevi bir şekilde birtek arka tarafta yan yana duran altı kişinin koltuğu ayrılmış ve yumuşak bir zeminin üzerine düşmüştü. Uzaktan gelen siren ve ambulans sesleriyle biraz daha uyanıp neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. İkisi de birbirine yakın uzak bir yerde kırık koltuklarıyla birlikte öylece duruyorlardı. Yanı başlarında inleyen ve henüz yaşadıkları anlaşılan iki-üç kişi ile az ilerde parçalanmış cesetler duruyordu. Uçağın önemli bir bölümü 40-50 metre uzak bir yere düşmüş ve alev almaya başlamıştı. Alevin sıcaklığını yüzlerinde hissediyorlardı. Bilinci yerinde olan Pınar Ayağını oynatamıyordu ama yüzünde ve vücudunun diğer bölgelerinde bir sakatlık hissetmiyordu. Bir taraftan Yanaşan itfaiye araçları alevler içindeki uçak bölümünü söndürüyor diğer yandan,* Gelen ambulanslardan inen doktor ve sağlık personeli seri bir şekilde ilk müdahalelerini yapmaya çalışıyorlardı. Doktor ve hemşireler, Yerde yatan insanların nabzını ölçüyor, yaşayıp yaşamadıklarını öğrenmeye çalışıyorlardı. Umut ile Pınarın mucizevî bir şekilde yaşadığını gözlemleyen doktorlar ikisini de dikkatlice ve seri bir şekilde ambulans’a aldılar. Her şey bulanık görünüyordu. Kafasında dayanılmaz bir ağrı vardı. Sol kolunu oynattığında derin bir acı çekiyordu. Koluna yapılan iğne ve takılan serumdan sonraki kısmı hatırlamıyordu.
*
Umut, Gözlerini açtığında karşı yatakta Pınarın inlediğini, bir ayağının alçıda olduğunu fark etti. Elini uzatmak istediğinde derin bir acı çekti. Ameliyatla sol omzu yerine alınmış, kaşının üstündeki yaraya 18 dikiş atılmıştı. Ağrısı sızısı olsa da Pınar ile birlikte mucizevî bir şekilde kurtulmanın mutluluğu içindeydi. Yanı başında duran doktor iyi olup olmadığını sorduğunda kısık ama umut dolu bir ses’le iyiyim diyebildi. Doktor dışarıda onlarca gazeteci ve yüzlerce yakınları olduğunu bu konuda şans eseri hayatta kaldıklarını söyledi.* Pınar ile kendisine başarılı müdahaleler yapıldığını ve narkozun etkisi geçtikçe biraz ağrılarının artabileceğini ama iyileşme sürecine göre 2-3 hafta sonra taburcu edileceklerini söylediğini duyar gibi oldu. Umut, karşı yatakta henüz kendine gelemeyen Pınar’ı hayranlıkla izlerken, gözleri gökyüzündeki bulutlar arasından bir görünüp bir kaybolan uçağa daldı
Gitmenin Ötesi
Bir anda hüznün verdiği derin sancıyla, yayılarak oturduğu on üç numaralı koltuğundan doğruldu. Gözleri ileriye, kendisine doğru gelen bir kadına takılmıştı, bu hareketi yapmasına sebep olan. Saatler önce dakikalarca kalbini onun kokusuyla bütünleştiren sarılmayı ve yüreğini o anın eşsiz duygularıyla özgür bırakan öpüşmeleri bu kadınla yapmıştı ayrılmadan hemen önce. Hemen ona doğru yürümeye başladı. Ancak attığı her adım sanki onu kadından uzaklaştırıyordu. Fiziksel bir engel onun karısına ulaşma çabasına engel olur gibiydi.
Yüreği ağırlaştı, dizleri hafif titreme nöbetleriyle irkildi. Yakınlaşmak istiyordu, o kokuyu tekrar kalbiyle bütünleştirmek, aşkını tüm vücudunda doruk noktasına ulaştırmak.. Bu karşı konulamaz istek engeli aşmayı başardı. Hızla karısına doğru gidiyordu. Gittikçe mutluluk suratından başlayan bir rotayla karnına kadar ilerliyor ve acısı en tatlı olan bir karın ağrısıyla saplanıyordu aşkın içine. Saniyeler sonra yeniden kollarından olacaktı, kalbinin yarısı. Yeniden birleşen iki yarım kalp, mutluluğun berrak ışığını neşeli nefeslerle içine çekecekti. Birleşen dudaklar kalpleri ağzın içerlerinde birleştirecekti.
Ayağında bir acı hissetti aniden ve daha sert bir acıyı yüzünde. Bir anda yerde bulmuştu kendini. Ayaklarını, hatta çevresindeki hiçbir şeyi hissetmediği bir yürüyüş sırasında farkında olmadan takılıp düşmüştü. Yüzünü kaldırdığı trenin halısında damla damla olan kanları gördü. Ancak kanayan burnuyla ilgilenecek zamanı yoktu. Karısı hala onu belemekteydi az ilerde. Hemen kafasını kaldırıp, düşmenin verdiği utangaç bir bakış atmak istedi karısına. Gözleri bir an boşluğa baktı. Kimseyi göremedi. Beyni zonklamaya, yüreği telaşla çırpınmaya başlamıştı. Bu korku hiçbir korkudan alınan seziye benzemiyordu. Karısının orada olmama korkusu derin bir felaketi beraberinde getirdi, gözlerinden kalbine inen yolda. Yoktu! Az evvel orda olan, ve muhteşem yürüyüşüyle kendisine ilerlemekte olan o peri suratlı kadın yok olup gitmişti. Bu kez suratında hissettiğinde de çok daha ağırı olan acı içini parçalar hale geldi. Yere baktı tekrar, burnundan akan kanları görebilmek için. Sonra elini yavaşça burnuna götürdü. Ilık sıvı parmağından aşağıya doğru akarken, ne kadar acı bir halde olduğunu kavradı. Etrafını çeviren koltuklarda ki gözlerin sadece kendisine baktığını gördü. Hafifçe kulağına gelen sözleri işitti. “Deli mi?”, “Ne yapıyor?”
Hemen toparlanmak istedi. Sol tarafından bir kadın eli uzandı. “Burnunuz kanıyor beyefendi.”
Teşekkür ederek aldı mendili. Biraz önce vücudunun tamamını kuşatan aşkın yerini büyük bir
darbeyle utanç almıştı. “Teşekkür ederim.” Dedi. Ancak bunu ne kendisi ne de mendili veren kadın duymuştu.
Yeniden ayakları üzerindeydi, ancak bu kez ayaklarını tonlarca ağırlıkta hissediyor, utanç dolu yüzünü kimseye çeviremiyordu. Hızlı adımlarla tuvalete doğru yol aldı. Tuvalet kapısını açmakta dahi zorlandı. Az evvel olanlar, gördüğü hayal bütün gücünü tüketmişti adeta. Yeni çarpışmadan çıkmış bir asker kadar matemli ve yorgundu.
Tuvalet aynasına çevrildi gözleri. Kan burun çevresini kırmızıya boyamıştı. Hemen mendille silmeye başladı. Suyla duruladı sonra. Tekrar gözlerini aynaya çevirdi. Solmuş ve yeniden hüzünlenmiş bir surat gördü orada. Dakikalar önce yaşlanmış, aşk travmayı geçirmiş bir surat belki de. O ağır duygunun ve o utancın birleşerek saldırdığı suratı yenilmişti. Soğuktu, yorgundu, esirdi…
“Bu hal, az önceki o halim aşkın getirdiği sancılar olsa gerek” dedi. “Karımın büyüsüydü sadece.” Yeniden aklına gelmişti karısı, daha doğrusu hiç çıkmayan beyninde tekrar en ön sıraya geçmişti. Yüzü o solgunluğunu yitirdi, alev alev bir kırmızılık yayıldı suratına. Esirliğini parçaladı, yeniden özgürleşti kalbi. Aşk yeniden kuşatmıştı vücudunu. Üç kez çalınan kapı sesi bu dünyaya döndürdü tekrar Nazım’ı.
“İyi misiniz?” dedi dışardan kapıya vuran ses. Nazım mendili burnuna tampon yaparak hemen kapıyı açtı.
“Teşekkür ederim, şimdi gayet iyiyim.” Dedi.
Mendilin sahibi olan kadın merak edip gelmişti yanına. “Kanamanız durdu mu?”
“Henüz değil.”
“Yardımcı olabilir miyim?” cevabı beklemeden aldı mendili Nazım’ın elinden kadın. “Bu arada ismim Sera.”Mendili kanayan burna bastırarak kanamayı durdurmaya çalıştı.
“Ermeni misiniz?” diye sorabildi Nazım
“Evet.”
“İstanbul’da mı oturuyorsunuz?”
“Evet, nesiller boyu İstanbulluyuz. İşim nedeniyle bir süreliğine Ankara’ya gitmek durumundayım. Siz de mi Ankara’ya gidiyorsunuz?”
“Evet.”
“Az evvel nereye doğru koşuyordunuz? Suratınızda çok değişik bir mutluluk havası vardı.”
Nazım cevap vermek istemedi bu soruya. Sessizce kadına baktı. Sonra mendili tuttuğu eline… Oldukça güzel biriydi Sera. Ancak hiçbir kadın onun kadar güzel değildi ve hiç biri onun kadar çekici. Elleri Nazım’a o kadar soğuk görünüyordu ki, o kadar itici duruyordu ki bir an kaçmak istedi yanından. Kadınlardan aldığı haz yitip gitmişti onun aşkıyla beraber.
“Sanırım bu kadarı yeterli, teşekkür ederim. Ben tutabilirim mendili.” Dedi hiç de hoş olmayan bir ses tonuyla. Sera irkildi. Hemen elini çekti ve mendili Nazım’ın eline sıkıştırdı. Yaralı bir kuş gibi büküldü boynu. Arkasını dönerek hızla uzaklaştı. Nazım tren camına doğru yaklaştı. Dışarıya, kilometrelerce uzayan bozkıra baktı. Her saniye tren ondan uzaklaşıyordu. Her saniye kokusu azalıyor, hissi kayboluyordu sanki. Ondan uzaklaşıyordu, uzaklaştıkça yaralanıyor, uzaklaştıkça göremiyor, uzaklaştıkça hissedemiyor, uzaklaştıkça dokunamıyor ve uzaklaştıkça insan olamıyordu, eksiliyordu giderek Nazım.
Başını titreyen cama yasladı. Genç cumhuriyetin topraklarına bakmak büyük heves verirdi eskiden.
Ancak şimdi bu topraklar ona, karısının peri yüzündeki sıcaklığı ve benzersiz hazzı veremiyordu. Bir an aklına savaş günleri geldi. Sovyetlerin Karadeniz üzerinden yaptığı silah yardımını Anadolu’ya kaçırdığı o günleri düşündü. Her yerin yoksulluk içinde boğulduğu, savaşın en parçalayıcı toplumsal durumunu gördüğü o günler… Ve o yoksulluğun içerisinde savaşan bir halk. Anadolu kültürü içerisinde yoğrulan, birçok halkın kendi içerisinde kaynaşarak verdiği o amansız mücadele. Silahsız, ayakkabısız, gömleksiz, ekmeksiz verilen mücadele. Ve o mücadele içerisinde akan kanlar, gözyaşları, yiten hayatlar, dağılan bedenler… Acıyla burkuldu yüreği, gözleri doldu bir an. Ancak ardından gelen müthiş bir gurur bastırdı gözyaşlarını. O halkın aldığı büyük bir zafer…
Karısını düşündü tekrar. Yeni cumhuriyetin kendisine verilen en büyük armağanıydı o. Dümdüz saçlarının altında ortasında küçük bir burun duran, peri kadar yumuşak suratını; geceler boyu öpmeye doyamadığı dudaklarını, çenesini, yanaklarını; küçücük ellerini, ve kollarına rahatça sığan minik vücudunu. Parmaklarını bile tükenmeyecek bir sevdayla sevdiği karısı Nazım’ın dünyasıydı. Dünyası onu gördükten sonra karısı kadar küçüldü. Kendisini bile almıyordu içine, sadece o vardı. Sadece yok olmaz bir sevdayla sevilen karısı…
Yerine oturmak için yöneldi. İçeri girdiğinde yeniden bütün bakışlar ona çevrildi, ancak bu durum onu eskisi kadar rahatsız etmiyordu. Aklında karısı vardı, ve o aklındayken hiçbir duygu aşkın dayanılmaz hafifliği karşısında duramıyor, yenilginin en ağır haliyle boyun eğiyordu. Yerine oturdu.
“Onu yeniden görebilecek miyim?” diye geçirdi içinden. Ayrılık sebebini düşündü sonra. Partisi onu Ankara’da devrim hareketlerini yönetmekle görevlendirmişti. Bir süredir İstanbul’da izlendiği için orasının daha iyi olacağını düşünmüşlerdi. Aranıyordu Nazım. Ancak yakalanmaması gerektiğini biliyordu. Bu nedenle yanında silah taşıyordu ve her an bir çarpışmaya girmesi an meselesiydi. Ancak bu çatışmanın tabi sonucu olan ölüm korkusu dahi yetersiz kalıyordu “Onsuz” kalacağı korkusundan. Karısı için yaşamalıydı ve yine onu görmek için nefes almaya devam etmeliydi. Yeniden eline alabileceği minik ellerini görebilmeli, yeniden ateşle dudaklarını öpebilmeli, yeniden saçlarına dokunup, kokusunu duyabilmeli ve yeniden sevişebilmeliydi aşkın en sihirli tılsımıyla. Yeniden onun olmalıydı.
Bu düşüncelerin verdiği sıkıntılı bir ruhla uykuya dalmıştı Nazım. Sıkıntı onu rüyalarında da yalnız bırakmamıştı. Birçok kez karısından ayrı düştüğünü gördüğü rüyaların sancılarıyla uyanmış, gözlerinden gelen yaşları kanlı mendiliyle silmek zorunda kalmıştı. Aralıklarla devam eden uykusu Ankara’ya yaklaşınca son buldu. Tren yavaşça ve büyük sarsıntılarla Ankara garına giriyordu. Çantasını aldı eline, içini açtı. Ön tarafa özenle yerleştirdiği karısının resmine baktı. Adeta yanındaymış kadar sevindi suratını görünce. Dudaklarını yaklaştırarak öptü sonra resmi. “Yeniden görüşeceğiz.” Dedi ve tekrar özenle koydu yerine resmi.
Tren yine büyük bir sarsıntıyla durdu. Kapılar açıldı. Dışarıdan trenin geldiğini bildiren düdük sesleri çınladı Nazım’ın kulağında. Ankara’ya gelebildiğine seviniyordu. Ancak yine de bu sevinç ayrılığının hüznünün karşısında çaresizce belli edemiyordu kendisini Nazım’ın hislerinde. Çantasıyla beraber çıkış kapısına doğru ilerledi. Önündeki kalabalık bir bir trenden inerek Ankara’ya basıyordu ayaklarını. Kapının kolundan tutarak o da bastı ayağını Ankara’ya. Ve önünde sevdikleriyle kalabalıklaşan, yer yer ağlayan insanların önünden geçerek garın çıkışına doru yönelmek istedi. Bir an bir korku kapladı içini. Tarif edilemez bir sancı saplandı midesine. Ne olduğunu anlamadı. Dizleri ağırlaştı, yürüyemez oldu adeta. Korku esir almıştı vücudunu.
Gözleriyle taradı etrafını. İki asker gördü çıkış kapısında. Ve hemen ilerlerinde koşan iki asker daha… Nazım’ı işaret ediyordu koşanlardan biri. Kapının önünde duran ikisi de çıkış yolunu kapatmıştı. Koşan askerler kalabalığı ittirerek yaklaşıyorlardı Nazım’a doğru. Hemen silahını çıkardı çantasından. Çıkışın tersi yöne doğru kaybolmak istedi karanlığın içerisinden. “Dur!” sesi yükseldi, büyük bir patlamayı andırırcasına arkasında. Nazım ihtarı dinlemeden koşmaya devam etti. “Karıcığım” diye geçirdi içinden, “Seni görmeliyim karıcığım.”
Adımlarını hızlandırdı. Aniden durdu biraz ilerisinde duran bir diğer askeri görünce. Kaçış yoktu. Her yeri tutmuşlardı askerler. Ancak teslim de olunamazdı. Ve bir anda patlayan silah sesi bütün Ankara garını sessizliğe gömdü.
“Gitme Çiler. Anlamıyor musun? O seni bırakıp gitti. Arkasına bile bakmadan hem de. Anlamıyor musun seni sevmediğini ve istemediğini seni? Bırak yaşamak istediği hayata gitsin, sen de burada yaşamaya devam et. Bırak gitsin ve dönmesin geri.”
Tam bir gün olmuştu. Yıllar boyu süren bir gün! Onsuzluğun verdiği dayanılmaz acının saniyeleri saatler kadar uzattığı ve acılandırdığı bir gün geride kalmıştı gidişinden sonra. Yalnızlık bir korku gibi karartmıştı bütün duygularını. Yalnızlık bir öfke kadar titretiyordu tüm bedenini acımasızca. Çığlık gibi ürkütücü yanını en ağır haliyle vuruyordu yüreğine yalnızlık Çiler’in. Dayanılamayacak bir boşluğun, sessiz bir uçurumunda gibiydi. Atlamalı mıydı aşağıya, yoksa sevdiğinin yolundan gidip hayata mı tutunmalıydı tekrar? Atlamak çok daha anlamlı geliyordu, çünkü sevdiği gittiği yollara aşkın en yıkılmaz engellerini yapmıştı takip edilmemek için. Gittiği yollarda izlenmemek için izini silmişti topraktan ve yok etmişti gölgesini dahi geçmişi geride bırakmak için. Bu yol nasıl izlenebilirdi ki? Hangi güç o yolu aşmada silah olarak kullanılabilirdi?
Aşıktı Çiler. Kocasına aşıktı, deliler gibi. Bu yüzden o yolu seçmişti işte. Yürüyecekti izi olmayan bir yolda sevdiğinin izini bulabilmek için.
Bir gün önce, gece boyunca seviştiği sevgilisini sabah yatakta bulamamıştı. Ancak o gece hisseder gibi olmuştu bunu. Daha farklı sevişmişlerdi sanki, kocası hüzün taşıyordu sanki o gece. Aşkın o en doruk halinde dahi hüzün kıvranmıştı bir köşede. Engel olmuştu adeta aşıkların birleşmesine. Bu hissiyat hakim olmuştu Çiler’in düşüncelerine uyumadan önce. Sabah ise onu bulamamak doğrulamıştı bu hissiyatı. Sadece bir not vardı masanın üzerinde:
“Gidiyorum”
Gitmişti gitmenin ağır kasvetini gerisinde bırakarak ve o kasvet bu küçük bedenin sarmıştı acıyla. Geri geleceği bile yazılı değildi. Nereye gittiği dahi… Sadece gitmişti. Ve sadece gitmenin hüznünü bırakmıştı geride, geri gelmenin heyecanını da almıştı peşine. O mutluluğu da götürmüştü beraberinde. Karısına o mutluluktan bir pay bırakmamış sadece gitmenin verdiği duyguları paylaşmıştı onla. Acımasızca davranmış, öylece ortada bırakmıştı bu küçük bedeni.
Şimdi ise annesi gitmesine engel oluyordu kızının. Kocasının peşinden gitmesinin kızı için belki de felaket olacağının bilinciyle çırpınıyordu ana yüreği içerisinde. Bir şekilde engel olmak istiyordu buna. Ancak ana yüreği dahi aşkın sonsuz hükmü karşısında etkili olamıyordu. Çiler o yola çıkacaktı. Yanına aldığı tek silahla: Aşk dolu kalbiyle. Kocasının bir süredir garip davranışlarını fark etmiş, bir gün gizlice odayı aramıştı karış karış. Bir kağıt bulmuştu. Anlamadığı bir sürü şey yazılıydı kağıtta. Yazılanların hiçbirine anlam verememişti; ancak oradaki bir kelime bu yolculuğa çıkmakta ona güvence veriyordu. O tek kelime, nereye gideceğine yardım ediyordu belki, belki de onu kandırıyordu o kelime. Mektubun en altında, biraz kalınca yazılmıştı: Ankara.
Bir şey almadı yanına. Çantası, kocasının resmi ve bir miktar para… Ve bunlarla çıktı evin kapısından annesinin gitmemesi için yalvaran sözcüklerinin ardından. Doğruca tren garının yolunu tuttu. İçinde bir heyecana engel olamıyordu, onu görme umudu o kadar ağır basmıştı ki ölümle bile kıyaslayacak hale gelmişti. Onu görmek istiyordu. Sarılmak ona ve öpmek tekrar onu. Küçücük bedeni öyle kararlıydı ki bu konuda, heyecanlanan ruhu büyüyerek sığmaz olmuştu bedenine. Ve tren garına giden yolda onu görebilmenin umuduyla yere basmadan yürüyordu şimdi.
Tren geç gelmişti gara. Kalkış saati 1 saat kadar gecikmişti. Yine bir gün süren o bir saat! Yine yalnızlığın ve uzak olmanın verdiği acının saatlere yansıdığı uzun saniyeler yaşlandırmıştı Çiler’i. Ve koltuğuna otururken bu yorgunluk aniden gözlerini karartmıştı. Trenin bir ucundan annesinin sesini duydu:
“Çiler, gitme ne olur.” Koşa koşa geldi kızının yanına. Kolundan tuttu. Bu öyle bir tutuştu ki, hiç ötekilerine benzemiyordu. Hatırladı bu tutuşu Çiler. Bu küçükken annesiyle sokakta yürürken annesinin elinden tutuşuna benziyordu. Onu kaybetmek istememek, başına bir şey gelmemek için harcanan bir çabaydı, böyle bir tutuştu. Annesi onun gidişiyle öyle bir korkuya bürünmüştü ki, kızını kaybetme duygusu esir ediyordu yaşlı kadını.
“Gideceğim anne, bırak lütfen.” Diye karşılık verebildi. O an annesi bıraktı kızının kolunu. Bakışlarını onun gözlerine dikti. Ancak sanki gözlerine değil, gözlerinden daha da içerlere bakar gibiydi. Yalvarırcasına olan bakışları nemlendi. Bir göz yaşı süzüldü yanaklarından ve yere düştü. Gitme diyen gözlerini sözleri destekledi : “Gitme.” Çantasına soktu elini. Bir silah çıkardı, başına dayadı.
“Gidersen öldürürüm kendimi.” Çiler inanamıyordu buna. Kendisini vuracağını hiç düşünmüyordu annesinin. İki sevgi Çiler’in yüreğinde yıkım dolu bir savaşa başladı. Ancak acımasız olan aşk üstün geldi yine. “Gidiyorum anne.” Bir an bir patlama sesi doldurdu kulaklarını ve kırmızı sıvı kör etti gözlerini Çiler’in.Bir anda uyandı. Gözlerini sildi elleriyle. Bir kırmızılık yoktu. Etrafına baktı. Diğer yolcular merakla kendisini izliyordu. Sırt üstü yatar haldeydi Çiler. Doğrulmak istedi. Koltuğuna oturur oturmaz yorgunluk bedenine üstün gelmişti ve bayılmıştı. Diğer yolcular ve tren görevlilerinin yardımıyla yatırılarak bir ilk yardıma tabi tutulmuş ve sonrasında uyuyakalmıştı. Rüyasında annesinin kendisini öldürmesi onu çok korkuttu. Ne zorr bir yola çıkmıştı böyle. Ne zordu aşkın yolu. Ne zordu aşığını bulmanın yolu…
“İyi misiniz?”
“Evet, neredeyiz tam olarak?”
“Ankara’ya yarım saatlik bir yolumuz kaldı.”
“Teşekkür ederim her şey için.” Doğruldu yattığı yerden. Kocası geldi aklına. Yüreği heyecanla çırpınmaya başladı yeniden. Belki Ankara’da onu bulabilecekti. Yaptığı saçmaydı, ama onu görme umudu öylesine ağırdı ki bunu yaptırıyordu işte insana. Kafasını cama yasladı. Dakikalar boyu onu düşündü. Beraber yedikleri yemekleri, yemekten sonra yaptıkları dansları, geceleri dışarıda yaptıkları yürüyüşleri, müziğin ritmiyle öpüşmelerini ve geceler boyu aşkları içinde erimelerini… Her şeyi tekrar yaşıyormuşçasına geçirdi aklından.
Hatırlamalarını bölen trenin gara girişindeki sarsıntıları oldu. İrkilerek döndü gerçek hayata. Yolcular eşyalarını toparlıyorlardı. O da çantasını aldı kucağına. O anda kocasının kokusunu aldı sanki. Kendinden geçer gibi oldu. Hisleri güçlendi. O buradaydı. Kocasının Ankara’da olduğunu hissediyordu. Yolcular yavaş yavaş duran trenin kapısından inerken bu hissi daha da kuvvetlendi. Büyük bir umutla indi trenin kapısından Ankara topraklarına. Çoğu kucaklaşan insanların arasından gözleriyle etrafı taradı. Kocasını burada bekliyordu sanki. Sanki onu almaya gelmişti buraya ve az sonra ona sarılacak olmanın verdiği sıcaklıkla alev alev olmuştu yüreği.
Az ilerde, kalabalığın biraz dışında arkasını dönmüş bir adam gördü. Birini arar gibi bakıyordu kalabalığın içerisine. Muhtemelen bir yakınını görmek umuduyla bakıyordu etrafına. Arkasını döndü.Ve Çiler onu hemen tanıdı. Yüreği birden bütün sıcaklığıyla yaktı gözlerini. Kalbi hızla ve patlayacakmışçasına atmaya başladı, vücudu titremeye başladı. Koşarak yaklaşmaya çalıştı. Adam gördü onu. “Çiler” diye bağırdı. Çiler sanki bu adı onun ağzından ilk kez duymuşçasına heyecanlandı. İşte oradaydı kocası. Bir yıl gibi süren bir günün ardından tekrar yakınındaydı onun. Ve tekrar koşuyordu ona sarılabilmek için yanına doğru. “Seni seviyorum” diye bağırdı koşarken kocasına. Bir anda omzunda yakıcı bir ağrı hissetti. Yere yığıldı. “Özür dilerim” dedi koşarken ona çarpan adam onu yerden kaldırmaya çalışırken. Oralı olmadı Çiler. Gözleriyle tekrar kocasına bakmak istedi. Ancak az önce durduğu yer boştu. Kimse yoktu. Her tarafa baktı korkuyla. Ancak bulamadı onu hiçbir yerde. Yoktu kocası.
Aniden kalabalık dalgalandı. “Dur!” sesi işitildi ileriden. Kalabalık şaşkınlıkla ve panikle birbirini itmeye başladı. Çiler itişen insanların arasında kaldı birden. O an hiç kimse birbirine aldırış etmeden davranıyor, kalabalığın içersine dalan askerlerin korkusuyla birbirlerini itiyor ve can havlinin verdiği telaşla gözleri kararıyordu insanların. Çiler olayın olduğu yere doğru bakmaya çalıştı, koşan biri hızla kendisinin olduğu tarafa geliyordu. Arkasında askerler hızla onu takip etmeye çalışıyor, önlerine çıkanları bir bir deviriyordu. Birden Çiler’de kendisini yerde buldu. İki asker onun yanından geçmek isterken devirmişti onu yere. Çiler telaşla kafasını kaldırdığında iki askerin hemen önünde atış pozisyonu aldığını gördü. “Vur!” dedi biri diğerine. Asker silahı koşan sivile yöneltti ve patlayan ateş sesi sessizliğe gömdü Ankara garını. Aynı anda Çiler’in yüreği de sessizliğe gömüldü sanki. Ağlamaya başlamıştı adeta yüreği, hissediyordu göz yaşlarını içerisinde. “Kocacığım, Nazım’ım nerdesin?” diye geçti kararan yüreğinin içerisinden düşünceleri.
Ve az sonra ilerden gelen bir asker sesi bozdu bu garın sessizliğini. “Komünist Nazım öldürüldü…
Yüreği ağırlaştı, dizleri hafif titreme nöbetleriyle irkildi. Yakınlaşmak istiyordu, o kokuyu tekrar kalbiyle bütünleştirmek, aşkını tüm vücudunda doruk noktasına ulaştırmak.. Bu karşı konulamaz istek engeli aşmayı başardı. Hızla karısına doğru gidiyordu. Gittikçe mutluluk suratından başlayan bir rotayla karnına kadar ilerliyor ve acısı en tatlı olan bir karın ağrısıyla saplanıyordu aşkın içine. Saniyeler sonra yeniden kollarından olacaktı, kalbinin yarısı. Yeniden birleşen iki yarım kalp, mutluluğun berrak ışığını neşeli nefeslerle içine çekecekti. Birleşen dudaklar kalpleri ağzın içerlerinde birleştirecekti.
Ayağında bir acı hissetti aniden ve daha sert bir acıyı yüzünde. Bir anda yerde bulmuştu kendini. Ayaklarını, hatta çevresindeki hiçbir şeyi hissetmediği bir yürüyüş sırasında farkında olmadan takılıp düşmüştü. Yüzünü kaldırdığı trenin halısında damla damla olan kanları gördü. Ancak kanayan burnuyla ilgilenecek zamanı yoktu. Karısı hala onu belemekteydi az ilerde. Hemen kafasını kaldırıp, düşmenin verdiği utangaç bir bakış atmak istedi karısına. Gözleri bir an boşluğa baktı. Kimseyi göremedi. Beyni zonklamaya, yüreği telaşla çırpınmaya başlamıştı. Bu korku hiçbir korkudan alınan seziye benzemiyordu. Karısının orada olmama korkusu derin bir felaketi beraberinde getirdi, gözlerinden kalbine inen yolda. Yoktu! Az evvel orda olan, ve muhteşem yürüyüşüyle kendisine ilerlemekte olan o peri suratlı kadın yok olup gitmişti. Bu kez suratında hissettiğinde de çok daha ağırı olan acı içini parçalar hale geldi. Yere baktı tekrar, burnundan akan kanları görebilmek için. Sonra elini yavaşça burnuna götürdü. Ilık sıvı parmağından aşağıya doğru akarken, ne kadar acı bir halde olduğunu kavradı. Etrafını çeviren koltuklarda ki gözlerin sadece kendisine baktığını gördü. Hafifçe kulağına gelen sözleri işitti. “Deli mi?”, “Ne yapıyor?”
Hemen toparlanmak istedi. Sol tarafından bir kadın eli uzandı. “Burnunuz kanıyor beyefendi.”
Teşekkür ederek aldı mendili. Biraz önce vücudunun tamamını kuşatan aşkın yerini büyük bir
darbeyle utanç almıştı. “Teşekkür ederim.” Dedi. Ancak bunu ne kendisi ne de mendili veren kadın duymuştu.
Yeniden ayakları üzerindeydi, ancak bu kez ayaklarını tonlarca ağırlıkta hissediyor, utanç dolu yüzünü kimseye çeviremiyordu. Hızlı adımlarla tuvalete doğru yol aldı. Tuvalet kapısını açmakta dahi zorlandı. Az evvel olanlar, gördüğü hayal bütün gücünü tüketmişti adeta. Yeni çarpışmadan çıkmış bir asker kadar matemli ve yorgundu.
Tuvalet aynasına çevrildi gözleri. Kan burun çevresini kırmızıya boyamıştı. Hemen mendille silmeye başladı. Suyla duruladı sonra. Tekrar gözlerini aynaya çevirdi. Solmuş ve yeniden hüzünlenmiş bir surat gördü orada. Dakikalar önce yaşlanmış, aşk travmayı geçirmiş bir surat belki de. O ağır duygunun ve o utancın birleşerek saldırdığı suratı yenilmişti. Soğuktu, yorgundu, esirdi…
“Bu hal, az önceki o halim aşkın getirdiği sancılar olsa gerek” dedi. “Karımın büyüsüydü sadece.” Yeniden aklına gelmişti karısı, daha doğrusu hiç çıkmayan beyninde tekrar en ön sıraya geçmişti. Yüzü o solgunluğunu yitirdi, alev alev bir kırmızılık yayıldı suratına. Esirliğini parçaladı, yeniden özgürleşti kalbi. Aşk yeniden kuşatmıştı vücudunu. Üç kez çalınan kapı sesi bu dünyaya döndürdü tekrar Nazım’ı.
“İyi misiniz?” dedi dışardan kapıya vuran ses. Nazım mendili burnuna tampon yaparak hemen kapıyı açtı.
“Teşekkür ederim, şimdi gayet iyiyim.” Dedi.
Mendilin sahibi olan kadın merak edip gelmişti yanına. “Kanamanız durdu mu?”
“Henüz değil.”
“Yardımcı olabilir miyim?” cevabı beklemeden aldı mendili Nazım’ın elinden kadın. “Bu arada ismim Sera.”Mendili kanayan burna bastırarak kanamayı durdurmaya çalıştı.
“Ermeni misiniz?” diye sorabildi Nazım
“Evet.”
“İstanbul’da mı oturuyorsunuz?”
“Evet, nesiller boyu İstanbulluyuz. İşim nedeniyle bir süreliğine Ankara’ya gitmek durumundayım. Siz de mi Ankara’ya gidiyorsunuz?”
“Evet.”
“Az evvel nereye doğru koşuyordunuz? Suratınızda çok değişik bir mutluluk havası vardı.”
Nazım cevap vermek istemedi bu soruya. Sessizce kadına baktı. Sonra mendili tuttuğu eline… Oldukça güzel biriydi Sera. Ancak hiçbir kadın onun kadar güzel değildi ve hiç biri onun kadar çekici. Elleri Nazım’a o kadar soğuk görünüyordu ki, o kadar itici duruyordu ki bir an kaçmak istedi yanından. Kadınlardan aldığı haz yitip gitmişti onun aşkıyla beraber.
“Sanırım bu kadarı yeterli, teşekkür ederim. Ben tutabilirim mendili.” Dedi hiç de hoş olmayan bir ses tonuyla. Sera irkildi. Hemen elini çekti ve mendili Nazım’ın eline sıkıştırdı. Yaralı bir kuş gibi büküldü boynu. Arkasını dönerek hızla uzaklaştı. Nazım tren camına doğru yaklaştı. Dışarıya, kilometrelerce uzayan bozkıra baktı. Her saniye tren ondan uzaklaşıyordu. Her saniye kokusu azalıyor, hissi kayboluyordu sanki. Ondan uzaklaşıyordu, uzaklaştıkça yaralanıyor, uzaklaştıkça göremiyor, uzaklaştıkça hissedemiyor, uzaklaştıkça dokunamıyor ve uzaklaştıkça insan olamıyordu, eksiliyordu giderek Nazım.
Başını titreyen cama yasladı. Genç cumhuriyetin topraklarına bakmak büyük heves verirdi eskiden.
Ancak şimdi bu topraklar ona, karısının peri yüzündeki sıcaklığı ve benzersiz hazzı veremiyordu. Bir an aklına savaş günleri geldi. Sovyetlerin Karadeniz üzerinden yaptığı silah yardımını Anadolu’ya kaçırdığı o günleri düşündü. Her yerin yoksulluk içinde boğulduğu, savaşın en parçalayıcı toplumsal durumunu gördüğü o günler… Ve o yoksulluğun içerisinde savaşan bir halk. Anadolu kültürü içerisinde yoğrulan, birçok halkın kendi içerisinde kaynaşarak verdiği o amansız mücadele. Silahsız, ayakkabısız, gömleksiz, ekmeksiz verilen mücadele. Ve o mücadele içerisinde akan kanlar, gözyaşları, yiten hayatlar, dağılan bedenler… Acıyla burkuldu yüreği, gözleri doldu bir an. Ancak ardından gelen müthiş bir gurur bastırdı gözyaşlarını. O halkın aldığı büyük bir zafer…
Karısını düşündü tekrar. Yeni cumhuriyetin kendisine verilen en büyük armağanıydı o. Dümdüz saçlarının altında ortasında küçük bir burun duran, peri kadar yumuşak suratını; geceler boyu öpmeye doyamadığı dudaklarını, çenesini, yanaklarını; küçücük ellerini, ve kollarına rahatça sığan minik vücudunu. Parmaklarını bile tükenmeyecek bir sevdayla sevdiği karısı Nazım’ın dünyasıydı. Dünyası onu gördükten sonra karısı kadar küçüldü. Kendisini bile almıyordu içine, sadece o vardı. Sadece yok olmaz bir sevdayla sevilen karısı…
Yerine oturmak için yöneldi. İçeri girdiğinde yeniden bütün bakışlar ona çevrildi, ancak bu durum onu eskisi kadar rahatsız etmiyordu. Aklında karısı vardı, ve o aklındayken hiçbir duygu aşkın dayanılmaz hafifliği karşısında duramıyor, yenilginin en ağır haliyle boyun eğiyordu. Yerine oturdu.
“Onu yeniden görebilecek miyim?” diye geçirdi içinden. Ayrılık sebebini düşündü sonra. Partisi onu Ankara’da devrim hareketlerini yönetmekle görevlendirmişti. Bir süredir İstanbul’da izlendiği için orasının daha iyi olacağını düşünmüşlerdi. Aranıyordu Nazım. Ancak yakalanmaması gerektiğini biliyordu. Bu nedenle yanında silah taşıyordu ve her an bir çarpışmaya girmesi an meselesiydi. Ancak bu çatışmanın tabi sonucu olan ölüm korkusu dahi yetersiz kalıyordu “Onsuz” kalacağı korkusundan. Karısı için yaşamalıydı ve yine onu görmek için nefes almaya devam etmeliydi. Yeniden eline alabileceği minik ellerini görebilmeli, yeniden ateşle dudaklarını öpebilmeli, yeniden saçlarına dokunup, kokusunu duyabilmeli ve yeniden sevişebilmeliydi aşkın en sihirli tılsımıyla. Yeniden onun olmalıydı.
Bu düşüncelerin verdiği sıkıntılı bir ruhla uykuya dalmıştı Nazım. Sıkıntı onu rüyalarında da yalnız bırakmamıştı. Birçok kez karısından ayrı düştüğünü gördüğü rüyaların sancılarıyla uyanmış, gözlerinden gelen yaşları kanlı mendiliyle silmek zorunda kalmıştı. Aralıklarla devam eden uykusu Ankara’ya yaklaşınca son buldu. Tren yavaşça ve büyük sarsıntılarla Ankara garına giriyordu. Çantasını aldı eline, içini açtı. Ön tarafa özenle yerleştirdiği karısının resmine baktı. Adeta yanındaymış kadar sevindi suratını görünce. Dudaklarını yaklaştırarak öptü sonra resmi. “Yeniden görüşeceğiz.” Dedi ve tekrar özenle koydu yerine resmi.
Tren yine büyük bir sarsıntıyla durdu. Kapılar açıldı. Dışarıdan trenin geldiğini bildiren düdük sesleri çınladı Nazım’ın kulağında. Ankara’ya gelebildiğine seviniyordu. Ancak yine de bu sevinç ayrılığının hüznünün karşısında çaresizce belli edemiyordu kendisini Nazım’ın hislerinde. Çantasıyla beraber çıkış kapısına doğru ilerledi. Önündeki kalabalık bir bir trenden inerek Ankara’ya basıyordu ayaklarını. Kapının kolundan tutarak o da bastı ayağını Ankara’ya. Ve önünde sevdikleriyle kalabalıklaşan, yer yer ağlayan insanların önünden geçerek garın çıkışına doru yönelmek istedi. Bir an bir korku kapladı içini. Tarif edilemez bir sancı saplandı midesine. Ne olduğunu anlamadı. Dizleri ağırlaştı, yürüyemez oldu adeta. Korku esir almıştı vücudunu.
Gözleriyle taradı etrafını. İki asker gördü çıkış kapısında. Ve hemen ilerlerinde koşan iki asker daha… Nazım’ı işaret ediyordu koşanlardan biri. Kapının önünde duran ikisi de çıkış yolunu kapatmıştı. Koşan askerler kalabalığı ittirerek yaklaşıyorlardı Nazım’a doğru. Hemen silahını çıkardı çantasından. Çıkışın tersi yöne doğru kaybolmak istedi karanlığın içerisinden. “Dur!” sesi yükseldi, büyük bir patlamayı andırırcasına arkasında. Nazım ihtarı dinlemeden koşmaya devam etti. “Karıcığım” diye geçirdi içinden, “Seni görmeliyim karıcığım.”
Adımlarını hızlandırdı. Aniden durdu biraz ilerisinde duran bir diğer askeri görünce. Kaçış yoktu. Her yeri tutmuşlardı askerler. Ancak teslim de olunamazdı. Ve bir anda patlayan silah sesi bütün Ankara garını sessizliğe gömdü.
“Gitme Çiler. Anlamıyor musun? O seni bırakıp gitti. Arkasına bile bakmadan hem de. Anlamıyor musun seni sevmediğini ve istemediğini seni? Bırak yaşamak istediği hayata gitsin, sen de burada yaşamaya devam et. Bırak gitsin ve dönmesin geri.”
Tam bir gün olmuştu. Yıllar boyu süren bir gün! Onsuzluğun verdiği dayanılmaz acının saniyeleri saatler kadar uzattığı ve acılandırdığı bir gün geride kalmıştı gidişinden sonra. Yalnızlık bir korku gibi karartmıştı bütün duygularını. Yalnızlık bir öfke kadar titretiyordu tüm bedenini acımasızca. Çığlık gibi ürkütücü yanını en ağır haliyle vuruyordu yüreğine yalnızlık Çiler’in. Dayanılamayacak bir boşluğun, sessiz bir uçurumunda gibiydi. Atlamalı mıydı aşağıya, yoksa sevdiğinin yolundan gidip hayata mı tutunmalıydı tekrar? Atlamak çok daha anlamlı geliyordu, çünkü sevdiği gittiği yollara aşkın en yıkılmaz engellerini yapmıştı takip edilmemek için. Gittiği yollarda izlenmemek için izini silmişti topraktan ve yok etmişti gölgesini dahi geçmişi geride bırakmak için. Bu yol nasıl izlenebilirdi ki? Hangi güç o yolu aşmada silah olarak kullanılabilirdi?
Aşıktı Çiler. Kocasına aşıktı, deliler gibi. Bu yüzden o yolu seçmişti işte. Yürüyecekti izi olmayan bir yolda sevdiğinin izini bulabilmek için.
Bir gün önce, gece boyunca seviştiği sevgilisini sabah yatakta bulamamıştı. Ancak o gece hisseder gibi olmuştu bunu. Daha farklı sevişmişlerdi sanki, kocası hüzün taşıyordu sanki o gece. Aşkın o en doruk halinde dahi hüzün kıvranmıştı bir köşede. Engel olmuştu adeta aşıkların birleşmesine. Bu hissiyat hakim olmuştu Çiler’in düşüncelerine uyumadan önce. Sabah ise onu bulamamak doğrulamıştı bu hissiyatı. Sadece bir not vardı masanın üzerinde:
“Gidiyorum”
Gitmişti gitmenin ağır kasvetini gerisinde bırakarak ve o kasvet bu küçük bedenin sarmıştı acıyla. Geri geleceği bile yazılı değildi. Nereye gittiği dahi… Sadece gitmişti. Ve sadece gitmenin hüznünü bırakmıştı geride, geri gelmenin heyecanını da almıştı peşine. O mutluluğu da götürmüştü beraberinde. Karısına o mutluluktan bir pay bırakmamış sadece gitmenin verdiği duyguları paylaşmıştı onla. Acımasızca davranmış, öylece ortada bırakmıştı bu küçük bedeni.
Şimdi ise annesi gitmesine engel oluyordu kızının. Kocasının peşinden gitmesinin kızı için belki de felaket olacağının bilinciyle çırpınıyordu ana yüreği içerisinde. Bir şekilde engel olmak istiyordu buna. Ancak ana yüreği dahi aşkın sonsuz hükmü karşısında etkili olamıyordu. Çiler o yola çıkacaktı. Yanına aldığı tek silahla: Aşk dolu kalbiyle. Kocasının bir süredir garip davranışlarını fark etmiş, bir gün gizlice odayı aramıştı karış karış. Bir kağıt bulmuştu. Anlamadığı bir sürü şey yazılıydı kağıtta. Yazılanların hiçbirine anlam verememişti; ancak oradaki bir kelime bu yolculuğa çıkmakta ona güvence veriyordu. O tek kelime, nereye gideceğine yardım ediyordu belki, belki de onu kandırıyordu o kelime. Mektubun en altında, biraz kalınca yazılmıştı: Ankara.
Bir şey almadı yanına. Çantası, kocasının resmi ve bir miktar para… Ve bunlarla çıktı evin kapısından annesinin gitmemesi için yalvaran sözcüklerinin ardından. Doğruca tren garının yolunu tuttu. İçinde bir heyecana engel olamıyordu, onu görme umudu o kadar ağır basmıştı ki ölümle bile kıyaslayacak hale gelmişti. Onu görmek istiyordu. Sarılmak ona ve öpmek tekrar onu. Küçücük bedeni öyle kararlıydı ki bu konuda, heyecanlanan ruhu büyüyerek sığmaz olmuştu bedenine. Ve tren garına giden yolda onu görebilmenin umuduyla yere basmadan yürüyordu şimdi.
Tren geç gelmişti gara. Kalkış saati 1 saat kadar gecikmişti. Yine bir gün süren o bir saat! Yine yalnızlığın ve uzak olmanın verdiği acının saatlere yansıdığı uzun saniyeler yaşlandırmıştı Çiler’i. Ve koltuğuna otururken bu yorgunluk aniden gözlerini karartmıştı. Trenin bir ucundan annesinin sesini duydu:
“Çiler, gitme ne olur.” Koşa koşa geldi kızının yanına. Kolundan tuttu. Bu öyle bir tutuştu ki, hiç ötekilerine benzemiyordu. Hatırladı bu tutuşu Çiler. Bu küçükken annesiyle sokakta yürürken annesinin elinden tutuşuna benziyordu. Onu kaybetmek istememek, başına bir şey gelmemek için harcanan bir çabaydı, böyle bir tutuştu. Annesi onun gidişiyle öyle bir korkuya bürünmüştü ki, kızını kaybetme duygusu esir ediyordu yaşlı kadını.
“Gideceğim anne, bırak lütfen.” Diye karşılık verebildi. O an annesi bıraktı kızının kolunu. Bakışlarını onun gözlerine dikti. Ancak sanki gözlerine değil, gözlerinden daha da içerlere bakar gibiydi. Yalvarırcasına olan bakışları nemlendi. Bir göz yaşı süzüldü yanaklarından ve yere düştü. Gitme diyen gözlerini sözleri destekledi : “Gitme.” Çantasına soktu elini. Bir silah çıkardı, başına dayadı.
“Gidersen öldürürüm kendimi.” Çiler inanamıyordu buna. Kendisini vuracağını hiç düşünmüyordu annesinin. İki sevgi Çiler’in yüreğinde yıkım dolu bir savaşa başladı. Ancak acımasız olan aşk üstün geldi yine. “Gidiyorum anne.” Bir an bir patlama sesi doldurdu kulaklarını ve kırmızı sıvı kör etti gözlerini Çiler’in.Bir anda uyandı. Gözlerini sildi elleriyle. Bir kırmızılık yoktu. Etrafına baktı. Diğer yolcular merakla kendisini izliyordu. Sırt üstü yatar haldeydi Çiler. Doğrulmak istedi. Koltuğuna oturur oturmaz yorgunluk bedenine üstün gelmişti ve bayılmıştı. Diğer yolcular ve tren görevlilerinin yardımıyla yatırılarak bir ilk yardıma tabi tutulmuş ve sonrasında uyuyakalmıştı. Rüyasında annesinin kendisini öldürmesi onu çok korkuttu. Ne zorr bir yola çıkmıştı böyle. Ne zordu aşkın yolu. Ne zordu aşığını bulmanın yolu…
“İyi misiniz?”
“Evet, neredeyiz tam olarak?”
“Ankara’ya yarım saatlik bir yolumuz kaldı.”
“Teşekkür ederim her şey için.” Doğruldu yattığı yerden. Kocası geldi aklına. Yüreği heyecanla çırpınmaya başladı yeniden. Belki Ankara’da onu bulabilecekti. Yaptığı saçmaydı, ama onu görme umudu öylesine ağırdı ki bunu yaptırıyordu işte insana. Kafasını cama yasladı. Dakikalar boyu onu düşündü. Beraber yedikleri yemekleri, yemekten sonra yaptıkları dansları, geceleri dışarıda yaptıkları yürüyüşleri, müziğin ritmiyle öpüşmelerini ve geceler boyu aşkları içinde erimelerini… Her şeyi tekrar yaşıyormuşçasına geçirdi aklından.
Hatırlamalarını bölen trenin gara girişindeki sarsıntıları oldu. İrkilerek döndü gerçek hayata. Yolcular eşyalarını toparlıyorlardı. O da çantasını aldı kucağına. O anda kocasının kokusunu aldı sanki. Kendinden geçer gibi oldu. Hisleri güçlendi. O buradaydı. Kocasının Ankara’da olduğunu hissediyordu. Yolcular yavaş yavaş duran trenin kapısından inerken bu hissi daha da kuvvetlendi. Büyük bir umutla indi trenin kapısından Ankara topraklarına. Çoğu kucaklaşan insanların arasından gözleriyle etrafı taradı. Kocasını burada bekliyordu sanki. Sanki onu almaya gelmişti buraya ve az sonra ona sarılacak olmanın verdiği sıcaklıkla alev alev olmuştu yüreği.
Az ilerde, kalabalığın biraz dışında arkasını dönmüş bir adam gördü. Birini arar gibi bakıyordu kalabalığın içerisine. Muhtemelen bir yakınını görmek umuduyla bakıyordu etrafına. Arkasını döndü.Ve Çiler onu hemen tanıdı. Yüreği birden bütün sıcaklığıyla yaktı gözlerini. Kalbi hızla ve patlayacakmışçasına atmaya başladı, vücudu titremeye başladı. Koşarak yaklaşmaya çalıştı. Adam gördü onu. “Çiler” diye bağırdı. Çiler sanki bu adı onun ağzından ilk kez duymuşçasına heyecanlandı. İşte oradaydı kocası. Bir yıl gibi süren bir günün ardından tekrar yakınındaydı onun. Ve tekrar koşuyordu ona sarılabilmek için yanına doğru. “Seni seviyorum” diye bağırdı koşarken kocasına. Bir anda omzunda yakıcı bir ağrı hissetti. Yere yığıldı. “Özür dilerim” dedi koşarken ona çarpan adam onu yerden kaldırmaya çalışırken. Oralı olmadı Çiler. Gözleriyle tekrar kocasına bakmak istedi. Ancak az önce durduğu yer boştu. Kimse yoktu. Her tarafa baktı korkuyla. Ancak bulamadı onu hiçbir yerde. Yoktu kocası.
Aniden kalabalık dalgalandı. “Dur!” sesi işitildi ileriden. Kalabalık şaşkınlıkla ve panikle birbirini itmeye başladı. Çiler itişen insanların arasında kaldı birden. O an hiç kimse birbirine aldırış etmeden davranıyor, kalabalığın içersine dalan askerlerin korkusuyla birbirlerini itiyor ve can havlinin verdiği telaşla gözleri kararıyordu insanların. Çiler olayın olduğu yere doğru bakmaya çalıştı, koşan biri hızla kendisinin olduğu tarafa geliyordu. Arkasında askerler hızla onu takip etmeye çalışıyor, önlerine çıkanları bir bir deviriyordu. Birden Çiler’de kendisini yerde buldu. İki asker onun yanından geçmek isterken devirmişti onu yere. Çiler telaşla kafasını kaldırdığında iki askerin hemen önünde atış pozisyonu aldığını gördü. “Vur!” dedi biri diğerine. Asker silahı koşan sivile yöneltti ve patlayan ateş sesi sessizliğe gömdü Ankara garını. Aynı anda Çiler’in yüreği de sessizliğe gömüldü sanki. Ağlamaya başlamıştı adeta yüreği, hissediyordu göz yaşlarını içerisinde. “Kocacığım, Nazım’ım nerdesin?” diye geçti kararan yüreğinin içerisinden düşünceleri.
Ve az sonra ilerden gelen bir asker sesi bozdu bu garın sessizliğini. “Komünist Nazım öldürüldü…
Kaydol:
Yorumlar (Atom)